Tuhaf bir duygu aslında… Yazı yazmak nedir? Duygularınızı, düşüncelerinizi başkalarıyla ve hiç tanımadıklarınızla paylaşmak mıdır? Yoksa kendinizi ifade etmek konusunda kendi kendinizle hesaplaşmak mıdır?
Memleketin birinde yaşayıp giderken… Bir gün söyleyecek sözü olanların bir araya gelerek haberleri paylaşmak, memlekette olup bitenleri paylaşmak için bir araya geleceklerdi. Toplantılarına beni de çağırmışlardı. Ben de gittim. Nasıl bir haber paylaşımı yapılacak ve nasıl olacak ve “bağımsız” nasıl kalacak diye eğer “hukuki” açıdan bir şey sorarlarsa bende fikrimi söylerim diye düşünmüştüm. Öyle de oldu, fikrimi söyledim.
Ama daha sonra bağımsız iletişimde başıma gelecekleri bilmiyordum. Nerden bakarsanız bakın avukatlık işi yapıyordum, meslek öyleydi. Sürekli yazı yazmaktan anlamazdım.
Yurtdışından gelen gazeteciler, yurt içindeki gazeteciler, insan hakları örgütleri toplanmıştı. Gazetecilik, haber, yazı gibi konularda fikri ve sözü olanlar nasıl bir “bağımsız iletişim ağı” yaratacaklarını tartışıyordu.
Tam bu sırada fevkalade güzel bir şey oldu, toplantıya “polis” gelmişti ya da deyimiyle toplantıyı “polis” basmıştı. Fevkalade güzel dedim, çünkü tam da benim işe yarayacağım zaman ve yer burasıydı. İşe de yaradığımı da sanıyorum. Çünkü avukat olarak polislerle benim muhatap olmam istendi, “hallet” dediler. Onlar “bağımsız iletişim ağı” yaratmak konusundaki tartışmalara kaldıkları yerden devam ettiler. Salonun dışında ben ve polisler ve yanılmıyorsam Türkiye İnsan Hakları Vakfından bir arkadaşım daha vardı.
Polisler dedi ki “ne yapıyorsunuz burada?”. Ben dedim ki “toplantı yapıyoruz”. “İzniniz var mı” dediler. Ben “ne izni, bu tür toplantılar için izin mi alacağız” dedim sesimin perdesini yükselterek. Ters ters baktılar. “Tutanak tutacağız” dediler, ben de “tutun” dedim. Tutanak yazıldı. İçeride neler konuşulduğu ve neyin tartışıldığı tutanağa geçti. Polisler dedi ki, “sorumlu kim?”. Dedim ki, “benim”. “Adınız, soyadınız ne?’diye sordular. Ben de “Avukat Fikret İlkiz” dedim. Adımı sormuşlardı sadece ama ben her zamanki bilinen ukalalığımla “avukat” sıfatını ekledim. İşe de yaradı, polisler avukat lafını duyunca “affedersiniz” dediler. Tutanağı yazdılar imzaladık ve gittiler.
Ben büyük bir edayla salona döndüm. Polislerin gittiğini bildirdim, pek önemsemediler zaten. Ben işimi yapmıştım, onlarda zaten tartışmaya devam ediyorlardı.
Böylece “bağımsız iletişim ağı” yaratmak konusunda yapılan ilk hazırlık toplantısı devletin tutanaklarına geçti ve ben avukat olarak imzaladım, hem de bu toplantı işinin “sorumlusu” olarak…
Ne tuhaf… Kuruluşuna katıldığım ve resmi olarak imza attığım ilk tutanaktan itibaren adımla imzaladığım ikinci tutanak, bağımsız iletişim ağı kuruluşuyla ilgili bu toplantının sonuç bildirgesi olmuştu. Hala başıma geleceklerden habersizdim.
Sonra benden bir vesileyle yazı istediler. Yaz, dediler. O gün bu gündür yazıp duruyorum. Adımın başında avukat yazılı değil, ama yazıyorum. Hukuk ve gazetecilik üzerine, yargı kararları hakkında ve ne düşünüyorsam düşündüğüm gibi yazıyorum ve yazdığım gibi yaşamak istiyorum.
Ne kadar güzelmiş… Kendimle hesaplaşmak, yazdıklarımla yüzleşmek ve fikrim varsa eğer, neresinin doğru, neresinin yanlış olduğunu başkalarından duymak fevkalade güzel bir işmiş meğerse. Daha da güzel olanı, memlekette olup bitenleri takip etmek zorundasın. Yoksa çok ayıp olur ve insanı tefe koyarlar. Sonra insanın “yazdıklarıyla” tanınması, “sizi tanıyorum” sözleri de meğerse ne hoşmuş. Eleştirilmek kadar beğenilmek ve beğenilmek kadar eleştirilmek…
İşte bütün bu dayanılmaz haller gün ışığına gözlerini kırpıştırarak bakmanın güzelliği ve su kadar güzel. Yazdığın yazılar su üzerine yazılıyor olsa bile…
Yazı yazmak, hayatın en zor işiymiş, bilmiyordum.
Yazdığım zaman kendimi sanki bir şey sanıyorum. Sanki arzın merkezinde ben oturuyorum ve eğer ben yazmazsam insanlar hakikati öğrenemeyecekler gibi geliyor insana. Aniden Everest dağının tepesindeki dünyanın damından dünyaya bakar gibi oluyorsun. Fakat eğer bir gün ne yüzünden olursa olsun başın dönerse ve o kadar yüksekten aşağıya düşürsen; bu düşüşün ne kadar sert olacağını hiç akıldan çıkarmamak ve hep akılda tutmak gerekiyor. Çünkü bu yüzden paramparça olmayı düşünmek bile ürpertiyor beni, korkuyorum. Onun için zor iş yazı yazmak ve insanlığının sürekli sınandığı bir imtihan gibi. Ama bir o kadar da zevkli ve onur verici.
Yazı yazmak, hayatın en güzel işlerinden birisiymiş, bilmiyordum öğrendim.
Kaç yıl geçti aradan bilmiyorum ama sürekli öğrenmekten memnunum.
Yazı yazmak hayatın güzel tarafıymış. Bana sürekli hayatı öğretiyor, öğrendiklerimi paylaşmanın tadını herkesle paylaşmak hazzı ile hayatımı bir o kadar anlamlı kılıyor.
Ben bianet’de, yazıyorum. (Fİ/HK)