Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini romanının da yazarı olan Louis de Bernières, görüşü alınan 25 yazardan biriydi. Irak'taki durumu değerlendirirken şöyle diyordu: "Prensip olarak ben Stalinist ve faşist rejimlerin güç kullanılarak ortadan kaldırılması ve yerlerine demokrasinin kurulmasından yanayım. Anne babalarımızın kuşağı bunu bizim için yaptı ve onlara sonsuz teşekkür borçluyuz.. Araplar demokrasi ile ilgili herhangi bir doğal gelenekten yoksunlar ve dinleri nedeniyle aşırı muhafazakâr, ataerkil, otorite yanlısı ve mutlakiyetçi bir zihin yapıları var. Korkarım Irak'ta sadece demokrasiyi yıkma ve bir İslam devleti kurma yönünde oy kullanacaklar; bu durumda da Saddam Hüseyin'den kurtulmuş olmak bir işe yaramayacak. Bunun alternatifi ise, seçimle gelmemiş, ABD gözetimindeki kukla bir rejim, ki bizim uğruna mücadele ettiğimiz bu değil. Müdahele, şüphe yok ki çevredeki devletler açısından bir uyarı niteliğinde, ama İsrail kendini güvende hissedene ve insanları topraklarından sürüp gettolar yaratmak gibi Nazi taktiklerine son verene kadar bölgede barış ve istikrar olmayacak.."
Demokrasiyi asla kendi başlarına kuramayacak Araplar, kukla yönetimler ve güvenlik bunalımıyla Nazi taktiklerine başvuran İsrail'in oluşturduğu kapkara bir tabloda çözümsüzlükten başka bir şey görmeyen De Bernières'in sızlanmalarını andıran bir sızlanma, aynı günlerde New York Times yazarı Thomas L. Friedman'dan geliyordu. Friedman, 9 Şubat'ta " America's 1 percent War " (Amerika'nın yüzde 1'lik Savaşı") başlıklı makalesinde şöyle diyordu: "Super Bowl'daydım. Evet. Ve devre arasındaki şov canımı sıktı. Janet Jackson'ın antikaları yüzünden değil. Şov bittikten sonra karıma, 'Böyle hoppa ve mide bulandırıcı bir şeyi, 115 bin askerimiz Irak'ta savaşırken ve her gün biri ölürken, nasıl Amerika'nın önüne sürebiliriz?"
Friedman'ın "şov" dediği, Super Bowl maçının devre arasında Janet Jackson'ın elbisesinin açılıp göğüslerinin ortaya çıkmasıydı. Yazar, sanki bu "şov" bardağı taşıran damla olmuş, onun da asabı artık tamamen bozulmuş, perde perde sesini yükseltip nihayet başkan Bush'a da bozuk atıyordu. "Beni daha da çok endişelendiren, bu ikiliğin tam da Bush ekibinin istediği şey olması" diyordu. "Başından beri, bu savaşın sadece Pentagon tarafından yürütüleceği görüşünü benimsediler. Dışişleri Bakanlığı'na ve onun görüşlerine ihtiyacımız yok. Birleşmiş Milletler'e ihtiyacımız yok. Geleneksel müttefiklerimize ihtiyacımız yok. En önemlisi de, kamuoyuna ihtiyacımız yok. Beyaz Saray'ın mesajı hep şu oldu: 'Sizler, Amerikalı olma işinize, mutluluğun peşinden koşmaya, vergi kesintilerinizi harcamaya, Super Bowl devre arası şovuyla eğlenmeye, yeni bir Hummer almaya devam edin. Ve bu savaşı gönüllüler ordumuza bırakın."
Savaş meydanında buluşanlar
Nasıl olur da Friedman gibi bir gazeteci bu mesajı, yok, bu apaçık, zaten yaşanmakta olan gerçeği şimdi farkediyor olabilirdi? Gene de "gönüllüler" kelimesini kullanıyordu ama. "Profesyoneller" demiyordu. Savaşa iş icabı giden profesyonel askerlerden değil de, savaşa gitmeye gönüllü olanlardan bahsediyor gibiydi. Yazının devamında, karşılaştığı askerlerdeki "yüksek moral"den, "misyona inanç"tan bahsediyordu. Sonra hızını alamayıp "gururlu dağ insanları olan Kürtler"e, "Kuzey Irak'ta kurdukları küçük sevimli demokrasi ve serbest piyasa"ya (bu ifade bire bir çeviridir), bunun "radikal İslamcılar tarafından intihar eylemiyle bombalanması"na da değiniyordu.
Gazete yazarı Friedman'ın sızlanmalar ile karışık sitemi "Neo-Con" Bush'u hedef alıyordu. Roman yazarı De Bernières ise, kitle imha silahları skandalı nedeniyle "New Labour" Blair'e zehir zemberek sözler söylüyor, "O silahlar bir bulunmasın, ben onun yerinde olsam sırf utancımdan kafama silahı dayayıp tetiği çekerdim" diyordu.
Irak'ta ölü asker sayısının 641'e (541 Amerikan, 59 İngiliz, 41 diğer ülke askerleri) çıktığı günlerde, belki ölen askerlerden çok kitle imha silahları skandalı asap bozuyordu. Yani düşünürler açısından mantık yokluğu, ne olursa olsun hafife alınabilecek bir şey herhalde değildi. Arada Saddam'ın yakalanması olayı vardı, moral yükseltebilecek bir gelişme olarak. Onda da işi becerenlerin yüksek teknoloji donanımlı Amerikan subayları değil de peşmergeler olduğu haberi ağızlardaki tadı bir anda nötralize etmiş, "We got him" ("Onu yakaladık") böbürlenmesi gururlu insanların yaşadığı dağlarda "Asıl we got him" diye yankılanmıştı. Başka şeyler de vardı. 541 ölü Amerikan askerinin yaklaşık 100'ünün Saddam yakalandıktan sonra öldürülmüş olması, Irak'ta milyarlarca dolarlık iş verilen Halliburton şirketinin dolandırıcılıkları.. Ve belki hepsinden de önemlisi, şimdi gelinen nokta: nedense hesapta olmayan bir şeymiş gibi bahsedilen, Şii ayaklanması ihtimali..
ABD - İngiliz ittifakı açısından sadece devlet katında değil, düşünen insanlar arasında da moral bozukluğu yaratan bütün bu gelişmeler, Friedman'a "Yüzünüze gözünüze bulaştırdınız, bir de Super Bowl devre arasında antika göğüs seyrettiriyorsunuz, düşüncesiz herifler!" çığlığı attırıyor, De Bernières'e ise "Anne babalarımız ve onların çocukları olan bizler elbette haklıyız ve haklı kalacağız, ama bu dünya uzun süre adam olmaz" kâhinliği yaptırıyordu.
Başka bir yazar William D. Hartung, gene aynı günlerde The Nation'daki sitemkâr değil düpedüz öfkeli makalesinde , Amerikan yönetiminin yürüttüğü "teröre karşı savaş"ta uzun vadede asıl çıkar sağlayacakların "inşa ediciler" değil "tahrip ediciler" olabileceğini söylüyordu.
Hartung "Büyük Üçlü"nün, yani Lockheed Martin, Boeing ve Northrop Grumman şirketlerinin Pentagon bütçesinin dörtte birini aldığını (2002 yılında 42 milyar dolar) belirttikten sonra, bazı isimler, kurumlar ve projelerden söz etmeye başlıyordu: Eski Lockheed Martin yöneticisi Everet Beckner'ın başında olduğu National Nuclear Security Administration tarafından yürütülen, geçen yılın sonlarına doğru ABD Kongresi'nin yasağı kaldırması ile hızlanan "mini nükleer silahlar" üretme işi.. Eski satınalmalardan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı, şimdi Lockheed Martin Yönetim Kurulu üyesi Edward "Pete" Aldridge'in başında olduğu, yeni uzay projelerinin (Ay'ın kolonileştirilmesi, Mars'a insanlı uçuş) şirketler arasında taksimatı işi.. Eski Lockheed Martin yöneticisi, şimdi Hava Kuvvetleri'nde uzay projeleriyle ilgili satınalmalardan sorumlu Peter Teets'in yönettiği uzay ihaleleri.. Senatör Ted Stevens, Northrop Grumman eski başkan yardımcısı ve şimdi Hava Kuvvetleri Bakanı James Roche, Clinton yönetiminde Pentagon üst düzey yöneticilerinden ve şimdi Boeing yöneticisi Rudy deLeon'un da içinde bulunduğu bir grup tarafından desteklenen, 100 adet Boeing 767'nin yakıt ikmal tankeri olarak 26 milyar dolara Hava Kuvvetleri'ne lease edilmesi (satın alındığında 5 milyar dolar ucuza geliyor) işi..
"Büyük Üçlü" gibi silah şirketleri, özel askerlik hizmetleri şirketleri, petrol şirketleri ve müteahhitlik şirketleri ile "evrensel piyasa moderatörü" finans kurumlarının çıkarlarının Irak'ta -ve terörle ya da diktatörlerle savaşılacak başka verimli bölgelerde- buluştuğunu görmek için Friedman gibi bir kurt gazeteci olmak gerekmiyor. Ama Friedman ve onun türevleri, zaman zaman hırslı şahin, zaman zaman asabi domuz, bazen de içli güvercini oynayarak, savaş alanlarında sadece bu çıkarların buluştuğunu ve zaten bunlardan başka hiçbir şeyin buluşmadığını görmemeyi tercih ediyorlar. Ordunun zaten çok önceden "halkın çıkarları için ordu" olmaktan çıktığını, bunun da ötesinde ne tür bir dönüşüm yaşandığını, ordunun nasıl bir "şirketlerin işini gören şirket" (askerlerin de "şirketin elemanları") haline geldiğini görmemeyi tercih ediyorlar.
Irak'ta yaşananların anımsattıkları
Ve sanki Friedman'ın gönüllü kamuflaj memurluğunu üstlendiği Amerikan devlet-şirket modeli okyanusun öbür tarafında fanatik taraftarlar ve bir o kadar fanatik karşıtlar yaratırken, tek taş akılcılığın temsilciliğini de bu tarafta De Bernières ve onun türevleri yapıyor: stalinist ve faşist rejimlerin allaha şükür yılıp gitmesinin ardından şimdi İslam denilen adam olmaz çocuğun ve tepkiselliği nedeniyle yarardan fazla zarara yol açan İsrail'in yol açtığı illetlere karşı sabır.. Durum ne kadar umutsuz görünürse görünsün prensiplerde diretme..
Irak'ta, halk tarafından seçilen ve savaşın yıkımını hafifletecek işler yapmaya başlayan köy meclislerinin sözleşmeli sivil toplum organizatörü " Research Triangle Institute"un "uzmanlar"ı tarafından atanmış meclislerle değiştirilmeye çalışılması De Bernières'e bir şeyler anımsatmıyor mudur? Bundan tam 50 yıl önce, Fransız güçlerinin Dien Bien Phu'da Viet Minh güçleri karşısında uğradığı bozgunun ardından Vietnam'dan çekilmeye başlaması.. Köylerde seçimlerle yönetim birimlerinin oluşmaya başladığı, toprak reformu diye inleyen bir ülkeye o günlerde sürgünde yaşadığı ABD'den dönen Ngo Dinh Diem'in devlet başkanı olması.. İmparator Bao Dai tarafından devlet başkanlığına atanan ve ABD'nin desteklediği Diem'in seçilmiş muhtarların yerine kendi yöneticilerini atamaya başlaması.. Toprak reformunu da serbest seçim meselesini de rafa kaldıran Diem'in ayrıca bir Katolik olması.. Dokuz yıllık Diem diktatörlüğünün sonlarına doğru insanların, umutla mutlak umutsuzluğun sınırlarında, ölüme pazara gider gibi kayıtsızca gidebilecek hale gelmeleri.. 11 Haziran 1963'de kendini sokağın ortasında ateşe veren Budist rahip Thich Quang Duc gibi, kendini yakan rahipler.. ABD'nin artık bilfiil savaşa girdiği yılların ardından, Ocak 1968'de başlayan "Tet Saldırısı"nda kendini canlı bomba olarak kullanan Vietnamlıların Amerikan Büyükelçiliği, ordu karargâhı, polis karakolları, Filipin büyükelçisinin ikâmetgâhı ve bir radyo istasyonu da dahil olmak üzere birçok yere intihar saldırıları düzenlemesi ... Bu saldırılarda 4959 Vietkong savaşçısı ile birlikte 232 Amerikan ve 300 Güney Vietnam askerinin ölmesi..
O günün Vietkong savaşçılarının, bugün Irak'ta çarpışan direnişçilerden farklı olarak, tek bir politik örgüt altında toplanmış olmaları, politik bir programlarının bulunması anlamında daha tutarlı olmaları, iki direnişten birini "anti-emperyalist savaş"a, öbürünü ise "sadece terörizm"e, lanet okunası bir ölüm seviciliğe mi dönüştürüyor?
Gazete ve roman yazarları, ABD'nin haksızlığını, Irak'ın işgalindeki gerçek nedenleri yavaş yavaş kendileriyle ve okurlarıyla paylaşmaya zorlanırken, karşı tarafın da terörist olduğunu vurgulayarak bir tür denge sağlayabileceklerini mi düşünüyorlar? Tek taş akılı temsil edebilme, böye bir dengeye falan mı bağlı?
Ama endişelenmeye gerek yok. Zamanın sonsuz kredisi nasıl olsa bizim.. Merak edilmesin, kaçırılmış bir şey yok, biriken ödev yok, geçmişten geleceğe borç yok. Her şeye bugün başlamış gibiyiz ve yarın da öyle olacağız. Kuşlar kadar özgür ve kavramsız. Hatta belki onlardan daha da kavramsız, daha da özgür. Sonsuz bir özgürlük ve görkemli, olağanüstü bir mutsuzluk. Bitmeyen sızlanmalar. Delirtici bir heyecansızlık, bir isteksizlik. Eşsiz bir farketmezlik, bir yokluk.
"Yazar" üzerine ekstra: Türkiye gündemine girmesiyle çıkması neredeyse bir olan, 14 Şubat 2004 günü Star gazete ve televizyonuna yönelik operasyonda "mali ve idari işler"in yanısıra "yayın yönetimi"ne de "kayyum" atanması gazetelerin yazarları tarafından yadırganmadı. Pazar ve pazartesi günleri çıkan gazetelerde, Hürriyet, Sabah, Milliyet, Akşam, Vatan ve Radikal'de, "Mali-idari denetim ile editoryal denetim arasında nasıl bir zorunlu ilişki var?" diye soran yazar olmadı. Bu soruyu ve bağlantılı başka soruları soran tek kişi, Zaman'dan Ekrem Dumanlı oldu. Dumanlı 16 Şubat tarihli yazısında şöyle diyordu: "İyi de, diğer medya grupları ne yapıyor, neden bu tablo karşısında suskun kalıyor, meslek kuruluşları, sivil toplumcular vs. niçin sessiz kalmayı tercih ediyor? Açık konuşmak gerekirse hadise, basın özgürlüğü içinde değerlendirilmiyor. Olayın ticari boyutunda meydana gelen tereddütler basın özgürlüğü meselesini arka plana atıyor. Zaten olay, düşünce özgürlüğünün basın mücadelesi olarak görülseydi kıyamet çoktan kopardı. İşte bu durum, basın tarihi açısından hadiseyi daha da önemli kılıyor.." (ŞA/EK)