Geride bıraktığımız üç yıllık sürede barış akademisyenlerinin yapıp ettiklerine baktığımızda sanırım büyük bir sorumsuzlukla üniversiteleri tarumar edenlerin hiç hesap edemedikleri şeyler olduğunu da kabul etmek gerekir.
Sokaklarda, kafelerde, lokallerde, otellerde ve uzak kentlerde gerçekleştirdiğimiz derslerle her birimizin ulaşabildiği "yurttaş öğrenci" toplumu büyüdükçe büyüdü.
Dersler ve diğer buluşmalar, yazıp çizdiklerimiz, kitaplarımız ya da bazılarımızın takı tasarlama, yoga eğitmenliği, restoran işletmeciliği veya işçiliği, çocuk bakıcılığı dahil tamamen başka bir alanda bir iddia ortaya koyması, muhtemelen her şeye muktedir olduklarını sananlar bakımından azap verici oldu. Fakat geçmiş olsun, o ilk barış imzacılarını atmayacaklardı...
Türkiye'de farklı eğitim kurumlarının lisansüstü eğitim programlarından öğrencilerin katılımıyla Kuşadası yakınlarında sürdürdüğümüz "Akademik Özgürlük" temalı İnsan Hakları Yaz Okulu bütün bu deneyimleri gözden geçirmeyi, paylaşmayı ve gelecek tasavvurumuzu ortaya koymayı da içeren heyecanlı tartışmalarla beş gün sürdü ve dün (27 Eylül) tamamlandı.
Son gün Faruk Alpkaya'nın verdiği mütevazı ama muhteşem ders, aslında yaz okulunun ve bizi yaz okuluna getiren süreçlerin ruhunu da çok iyi ifade eden R.E.M'in "It is the end of the world as we know it" şarkısıyla başladı.
Faruk Alpkaya "akademik özgürlüğün" akademisyenlerin bildikleri dünyanın sonuna gelinen bir dönemde ayrıcalıklarının savunusu olarak ve bunları sahiplenmek üzere öne sürülen bir kavram olduğu yönündeki düşüncesini katılımcılarla paylaştı. "Yükseköğrenim kurumlarının özerkliği ve akademik özgürlük üzerine Lima Bildirgesi'nin de 1988'de böyle bir dönemeçte kabul edildiğini söyledi.
Alpkaya Türkiye'de 1994 yılında kurulan Öğretim Elemanları Sendikası'nın da (ÖES) böyle bir dönemin örgütlenmesi olduğunu ve Lima Bildirge'sinin ÖES'in kurucu ilkelerinde rehber olacağı kararının benimsendiğini hatırlattı.
Faruk Alpkaya akademik özgürlükleri ulusal ve uluslararası tarihsel bir bağlam içinde tartıştığı konuşmasında, 1946'da görevden alınan Pertev Naili Boratav, Behice Boran ve Niyazi Berkes'in (1948'de haklarında açılmış ceza davalarından beraat etmelerine rağmen üniversiteye dönmelerinin engellenmesiyle yaşanan) DTCF (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi) tasfiyesinden de, Tarık Zafer Tunaya, Halet Çambel, Yavuz Abadan ve Mina Urgan gibi isimlerin üniversiteden atıldığı 27 Mayıs 147'ler olayından da ve elbette 1980 sonrasının 1402'lik öğretim elemanlarından da söz etti.
TIKLAYIN- DTCF'den 70 Yıl Önce İhraç Edildiler, Tarihe İtibarsız Olarak Geçen Onları Atanlar Oldu
TIKLAYIN- Taner Timur Günümüzden Geçmişe Üniversitelerde Tasfiyeleri Anlattı
"Atıldım ama iyi hissediyorum"
Bugün üniversitede ihraçlarla gelinen noktayı da değerlendirdi. Alpkaya bugün atılma ve tasfiyelerle üniversitede bildiğimiz dünyanın sonu getirilmiş olsa da -derse girişte dinlettiği R.E.M şarkısının I feel fine sözlerine referansla- "atıldım ama iyi hissediyorum" dedi ki aslında çoğumuzun duygusuna da tercüman oldu.
Bildiğimiz dünyanın sonu geldiyse yeni bir dünya kurarız biz de.
Yazının devamında yaz okulumuzdaki dersler ve İnsan Hakları Okulu'nca gerçekleştirilen iki önemli araştırmanın sonuçlarına dair kısa notlarla sizi de bu duyguya bir parça ortak etmeyi denedim. Umarım başarabilirim.
Akademi'nin güvercin ürkekliğinin hikayesi
Ankara'daki okulumuz kuruluşunu takip eden süreçte iki çok önemli saha araştırması gerçekleştirdi. "Türkiye'de Akademik Özgürlük Araştırması" ile "OHAL döneminde İnsan Hakları Alanı"nı inceleyen ve OHAL'in insan hakları alanındaki akademik çalışmalar üzerindeki etkisini ölçmeyi amaçlayan diğer bir araştırma. Bu araştırmaların bulguları yaz okulumuzda öğrencilerle birlikte değerlendirildi ve olanların bir panoraması çıkarılmaya çalışıldı.
Birinci araştırmayla ilişkili olarak İnan Özdemir Taştan "Türkiye'de Akademinin OHAL'i: Güvercin Ürkekliğinin Hikâyesi" başlıklı konuşmasında Haziran - Aralık 2018 tarihleri arasında gerçekleştirilen ve 13 ilde 54 üniversitede toplam 331 akademisyen ve 91 öğrenci ile gerçekleştirdiği çalışmanın bulgularını paylaştı.
Anket uygulaması ve derinlemesine görüşmelerle gerçekleşen araştırmanın çarpıcı bazı bulgularını şöyle özetleyebiliriz. Araştırmaya katılan öğretim elemanlarının yüzde 34'ünün dersleriyle ilgili kendilerini tehdit ve baskı altında hissettiği, yüzde 54'ünün akademik yayınlarını hazırlarken, yüzde 57'sinin akademik etkinliklerde görüş ve bilgi paylaşırken kendisini özgür hissetmediğini belirttiği anlaşılıyor.
Araştırmanın çok düşündürücü bir bulgusu da akademisyenlerin can güvenliği konusundaki kaygılarından söz etmiş olmaları. Görüşülen akademisyenlerin yüzde 9'u OHAL döneminde basında veya sosyal medyada kişisel olarak hedef gösterildiğini belirtmiş. Yine akademisyenlerin yüzde 8'i politik veya akademik görüşleri nedeniyle OHAL döneminde kişisel olarak tehdit edildiğini ifade etmiş.
OHAL sürecinin üniversitede yarattığı tahribatı uzun bir geleceğe de yayacak türden kaygılar ifade edilmiş. Elbette üniversitenin ve akademisyenlerin OHAL süreçlerindeki deneyimini çok haklı ve somut nedenlere bağlı olarak korku, ürkeklik ve kaygı ile niteleyen bu süreçlerin, akademik üretimde ve üniversitelerde giderek hakim olan ideolojik çekingenlikler ve siyasi iktidara eklemlenmelerle birlikte düşünülmesi, öne çıkan kaygı ve korku vurgusunun bu durumu gölgeleyip gölgelemediğinin de gözden kaçırılmaması gerekiyor.
Osmanlı'dan AKP'ye insan hakları alanının gelişimi
Üçüncü gün Ozan Değer'in "Türkiye Akademisinde Bir Disiplin Olarak İnsan Hakları" başlıklı konuşmasıyla sürdü. Türkiye akademisinde bir disiplin olarak insan hakları alanının tarihsel süreç içerisindeki gelişimi anlatıldı. Değer, insan hakları alanının gelişimini "milliyetçi" perspektiflerle ya da Türk Anayasa Hukuku içindeki gelişimiyle ele almakla yetinen yaklaşımları eleştirdi.
İnsan haklarının sivil toplum alanında ve akademideki gelişimini, bu iki alan arasındaki etkileşimin ürünü olarak ele almak gerekliliğine vurgu yaptı. Osmanlı'da Tanzimat ve Islahat Fermanı ile başlayan süreçlerden AKP iktidarlarına uzayan süreçte, insan hakları alanının gelişimini, kuruluş belgelerini ve insan hakları ihlallerini kronolojik sıra ile değerlendirdi ve tartışmaya açtı.
Bu kronolojik anlatı, Türkiye'deki siyasal konjonktür, insan hakları ve akademi arasındaki karşılıklı ilişkiyi gözlemeye de çok iyi imkan verdi. Ozan Değer konuşmasında, İsmail Beşikçi'nin yargılanması, üniversiteden koparılması ve cezaevi süreçlerinde yaşadığı akademik özgürlük ihlallerine akademik hayatta kıymetli çalışmalarıyla olduğu kadar özgürlükçü ve demokrat duruşlarıyla tanınan ve politik alanda sözleri itibarlı olan dönemdaş hocaların maalesef değinmemiş olmalarının ne kadar düşündürücü olduğuna da dikkat çekti.
OHAL'in akademik çalışmalara etkisi
Bu oturumun son konuşması, Ozan Değer'in yönettiği kavramsal ve tarihsel tartışmayı takiben Ülkü Doğanay'ın yaptığı "OHAL'de İnsan Hakları Alanında Akademisyen Olmak: Baskılar, Tehditler ve Soruşturmaların Gölgesinde Akademi" başlıklı konuşmaydı.
Ülkü Doğanay gerçekleştirdikleri saha araştırmasının sonuçları çerçevesinde "OHAL'in insan hakları alanındaki akademik çalışmalar üzerindeki etkisi" konusunu değerlendirdi. Toplamda 59 öğretim elemanı ve 44 öğrenci ile yapılan çalışma, insan hakları alanında çalışan akademisyenlerin maruz kaldığı baskıcı ortam kadar, alanın akademik olarak çökertilmesine dönük tutumları da görünür hale getirdi.
Doğanay konuşmasında OHAL'den önceki kırılmalardan başlayarak, Gezi Direnişi, 7 Haziran seçimleri, çözüm sürecinin sona ermesi ve BAK Bildirisi gibi belirli dönemeçler ve kırılmalar üzerinde durdu. Bu konuşmada OHAL'in ihraçlar, adli ve idari soruşturmalarda artış, tehdit ve mobbing'de, BİMER-CİMER şikayetlerinde ve ihbarlarda artış, hoca-öğrenci arasındaki güven ilişkisinin ortadan kalkması, sessizlik, öğrenilmiş çaresizlik ve otosansür gibi etkileri ayrıntılarıyla ele alındı.
İnsan hakları alanında çalışan öğrenciler açısından, hocaların ihraç edilmesiyle birlikte derslerin kapatılması ve danışman değişiklikleri, "hassas ve sakıncalı" konulara ilişkin endişelerinden dolayı tez konusunu değiştirme, genel olarak kendini tehdit altında hissetme gibi sonuçlar da araştırmanın ortaya koyduğu bir durumdu.
Özerklik ve özgürlük
Yaz okulundaki eğitimciler arasında, maruz kaldığı birçok hak ihlali ve bunlara yönelik mücadeleci tutumuyla kamuoyunun da tanıdığı bir isim olan Ankara Üniversitesinden ihraç hukuk akademisyeni Cenk Yiğiter de vardı. Yiğiter "Özerklik ve Akademik Özgürlük" başlığı altında kendinden önceki meslektaşlarınca değerlendirilmiş olan bazı konuları da gözden geçirmeyi getiren kapsamlı bir konuşma ve tartışma gerçekleştirdi.
OHAL KHK'sı ile Anadolu Üniversitesindeki görevinden ihraç edilen ve yine bir hukuk akademisyeni olan Kıvılcım Turanlı "Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları ve Akademik Özgürlük" başlığı altında çok canlı örneklerle ve zihin açıcı bir tartışmayla hukuktan sağlık alanına akademik özgürlük ve toplumsal cinsiyet ilişkisini düşünmeyi teşvik eden güzel bir konuşma yaptı.
Öğrenciler de bu konuşmanın akabinde sorularıyla tartışmanın derinleşmesine önemli bir katkı yaptı.
1402'likler yeniden güncel
Yaz Okulu'nun en güzel taraflarından biri de yıllar yılı insan hakları alanında mücadele yürütmüş bir insan hakları savunucusu olan Hüsnü Öndül gibi kıymetli ve kıdemli bir ismi genç öğrencilerle bir araya getirerek deneyim ve bilgi paylaşmasına imkan vermesiydi.
TIKLAYIN- "1990'da Okula Dönen 1402'likler 2017'de Kampüse Alınmadı"
Avukat Hüsnü Öndül "İnsan Hakları Savunucuları: İfade, Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü" başlıklı konuşmasında hak savunucusunun kim olduğu, Türkiye'de İHD'nin kuruluşu ve İHD deneyimi, 1980 darbesini takip eden süreçlerde yaşanan ağır insan hakları ihlalleri, bu dönemde basın ve gazeteciler üzerindeki yoğun baskı, gazete kapatmaları, tutuklamalar ve gazetecilere yönelik suikastlar ve barış bildirisi imzacılarının tasfiyesiyle yeni bir güncellik kazanan 1402'likler üzerinde önemle durduğu bir konuşma yaptı.
Dördüncü günkü oturumda, İnsan Hakları Okulu'nun olduğu kadar yaz okulu eğitim programının da Elçin Aktoprak'la birlikte çekirdek kadrosunu (belki de belkemiğini demek daha doğrudur) oluşturan arkadaşlarımız Dinçer Demirkent ve Canberk Gürer, öğrencilerle "Kapitalizm, Otoriterlik ve Akademik Özgürlük" başlıklı bir atölye gerçekleştirdiler.
Öğrencileri bu dört günlük yaz okulu sürecinde akıllarında kalan tüm kavramları birer kelimeyle ifade etmeye yönelterek, bu sözcükler üzerine yeniden düşünmeyi ve akademik özgürlük, kapitalizm ve özgürlük konusunda ortak bir kavrayışa ulaşmayı denemeyi önerdiler. Bu atölyenin verdiği kavramsal malzeme beşinci günün sonundaki değerlendirme forumuna da zengin bir tartışma imkanı sağladı.
"Geçmişten değil de gelecekten sorumluyuz"
Son gün, Ankara DTCF Tiyatro bölümünden ihraç edilen değerli akademisyen Selda Öndül'ün "Tiyatro ve akademik özgürlük" konulu konuşmasını dinleme şansı bulduk. OHAL dönemi KHK'larıyla neredeyse tüm kadrosu ihraç edilen ve kapanma noktasına gelen tiyatro bölümünün nasıl bir yer olduğunu, nasıl farklı bir tiyatro eğitimi anlayışı ve yaklaşımını hayata geçirdiğini ve neden hedef alındığını anlamaya da imkan veren çok aydınlatıcı ve konusu bakımından da oldukça zevkli bir konuşmaydı.
Selda Hoca'nın Jacques Derrida'nın "Geçmişten değil de gelecekten sorumluyuz" sözleriyle konuşmasını bitirmesi de oldukça anlamlıydı. Selda Hoca bu sorumluluğun, ders verirken de, bir yere bir imza atarken de hissetmemiz gereken bir sorumluluk olduğunu da ifade etti.
Forum
Takip eden kapanış forumu, öğrencileri dinleyerek yaz okulunun beş günlük birikimini değerlendirme ve daha iyisini gerçekleştirmek için eleştiri ve önerileri almaya odaklandığımız bir forum oldu.
Yaz okulumuz, akademinin özgürlük, özgür bilim ve özgür gelecek üzerine düşünme çabasının engellenemeyeceğini bir kez daha gösterdi. Erişim alanımızı her koşulda genişletebileceğimizi de daha kuvvetli bir biçimde anladık.
Başka koşullarda belki hiçbir biçimde bir araya gelemeyeceğimiz bir kamu ile ve farklı kentlerden öğrenci ve akademisyenle bir araya gelme fırsatı bulduk.
Bildiğimiz dünyanın sona erdiği yerden yeni dünyalara açılabileceğimizi gördük. İyi hissediyoruz... (SÇ/AÖ)