Fikret Şeneş Şarkıları: Bir Hataydı Belki Yaşanması Gereken
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şarkı sözü yazarlarından, süpervizörlerinden ya müzik yöneticilerinden biri olan, rivayete göre (en azından tamamlanmış ve bilebildiğimiz) üç yüzden fazla söz yazmış Fikret Şeneş bir ikili albüm ile anılıyor bugünlerde: Müzik dünyasını sarsacak, her ne kadar sevimsizce kalıplaşmış ifadesiyle “coğrafyanın kaderi” diye adlandırılan bir yerde güzelliklerle meşgul olmamız hepten yasaklanmış gibi görünse de, tüm ülkenin, en azından bir anlığına, konuşuyor olmasını gerektirecek bir çalışma bu, kâğıt üzerinde.
Sonuç, maalesef böyle olmadı. Hem bu projenin ürküttüğü kurbağaya değmeyecek, tel tel dökülen içeriğinden ötürü; hem de malum, her zamanki coğrafi koşullar, etkiler ve bahaneler. Bir iki yerde çıkan sansasyonel “Ajda neden yok?” haberinden başka, bu albümlerin hiç bir tesiri olmadı gibi.
Cidden Pekkan niye yok ve nasıl olmaz? “Ajda Pekkan benim şarkılarımın en önemli vitrinidir” demiş, yıllarca onun yanında durmuş, kariyerini hadi yönetmiş demeyelim de şekillendirmiş, küsmüş barışmış, başka kimseyle böyle uzun süreli bir mesleki ilişkiye de girmemiş Şeneş anılırken, aralarından geçenler her ne olursa olsun, böyle bir yokluğa imkan verilmemeli, bu olasılık daha oluşmadan bertaraf edilmeliydi. Sağduyu bu...
Uzun bir kariyerden sonra yıllarca uluorta kavga edip, aleyhte sert demeçler verip, esip gürleyip, mahkemelik olmuş müzisyenlerin bile neticede beraber sahneye, veda konserlerine çıkıp, “anma” albümlerinde yer aldıklarını daha önce görmedik mi? Garip gelebilir tabi ama o dünya öyle işliyor.
Böyle bir psikolojik kompleksle başlayan albüm, ne yazık ki sonradan da toparlayamıyor, “Ajda’nın yokluğuna rağmen iyi” dedirtemiyor. Hatta tam tersi, birisinin ekşisözlük’e de yazdığı gibi: “ajda pekkan neden ajda pekkan simdi herkes anlamıştır herhalde, 40 kişi toplasan olmuyor.”
Ben teker teker kötülerden gitmeyi sevmeyenlerdenim. Ama Şeneş yaşasa ne derdi, bu isimlere, bu şarkılara, bu eşleşmelere, bu düzenlemelere onay verir miydi, içine siner miydi diye düşünmemek açıkçası imkansız. Niyet ne kadar iyi olursa olsun (öyle farz edelim), ortada ciddi bir “zevk sorunu”nun olduğu da bence bariz.
Sezen Aksu’nun Tanrı Misafiri yorumu, tahmin edilebileceği gibi albümün can simidi. Sadece adının nüfuzundan ve seçilen şarkının daha önce kanıtlanmış gücünden dolayı da değil. Örneğin, Biraz Pop Biraz Sezen’deki kadar tertemiz ve nüanslı sesler burada mevcut olmasa ve nakarattan sonra gelen ve şarkının alamet-i farikası olan dramatik “rararara”ların eksikliği hissedilse de, “ağır bir yorumcu” hüviyetinde olan Aksu’nun imzası, bu çok sevilen şarkıya yeni, veya aslına rücu etmiş, yerinde bir arabesklik katmış. Bunu, Sezen Aksu’nun o sularda yüzdüğü zamanlardan kalma, kendisinin bir eseri de olabilirmiş gibi farz ederek dinlerseniz, her şey tam yerli yerine oturuyor. Hem Şeneş’e saygı duymuş hem de farkını ustaca ortaya koyabilmiş Aksu.
Sıla, kült haline gelmiş şarkı Her Yaşın Bir Güzelliği Var ile elinden geleni yapmış ama olmamış ve zaten olamazdı da. Çünkü bu şarkıda kast edilen, anlatıcı konumundaki sesin işaret ettiği noktada değil hayat yolunda. Oysa, Ayten Alpman söylediğinde tam olarak oradaydı ve bu şarkı onun sesinde ilk versiyonun plastik samimiyetsizliğinden kurtulup gerçekliğe kavuşmuş, layığını, “demini” bulmuştu. Keşke Sıla’ya, hazır “kırılgan ama dayanaklı kadın” kimliğine yeniden bürünmeye çalıştığı bu zamana da uyan, Ben Seni Seven Kadın’ı söyletselermiş. Biraz düşününce, bu şarkıyı onun sesinden siz de duyabilirsiniz bence.
Yıldız Tilbe ise Mutluluğun Bedeli’ni hemen bitmesini isteyeceğiniz kötü bir gösteriye çevirmiş. Risk alıp, epeydir kendisini yok farz eden bizlere, (müzikal anlamda) ben hala buradayım diyebilirdi oysa... Ben yine açıp Sezer Güvenirgil’den dinlerdim—bu şarkıya çok ihtiyacım olursa şayet.
Işıl Yücesoy, daha önce kendi albümünde yayınlanmış Nilüfer şarkısı Dönüyorum Eski Sevgilime ile farkını hissettiriyor. Bu zaten elimizdeydi, bu değerli sese başka bir şarkı söylettirilip artıya geçme şansı burada da kaçmış ne yazık ki.
Manga, Nalan, Cem Yenel ve Can Oflaz, en azından kötü değiller, bir esprileri var. Yalın ve Bengü hep oldukları gibi sıkıcılar. Buray’ın ise eline bir dinamit vermişler: Büyük oynayıp büyük kaybetmiş. Diğer şarkıcılar (ya da diğer hangi özellikleri ile tanınıyorlarsa) için ise bir şey demeye gerek yok. “Aslı daha iyiydi” dedirtmekten bile çok daha kötüsü var ortada.
Bu kadar çok sayıda ve güzel söz yazmış bir insana yapılan anma albümünde o şarkı niye yok, bu söz nerede demek, adalete sığmaz. Benim en sevdiğim Şeneş sözlerinden bazıları da yok, normal. Ama Nilüfer, Nükhet Duru, Aşkın Nur Yengi, Zerrin Özer ve hatta Kamuran Akkor gibi, hayattayken onunla da çalışmış ve hala aktif çok iyi yorumcular ile Şeneş’in diline ve dünyasına uygun düşebilecek, örneğin eskilerden Yeliz ve Erol Evgin, daha sonraki kuşaktan da Demet Sağıroğlu, Göksel, Candan Erçetin, Şebnem Ferah ve hatta (geldiği hale rağmen) Hande Yener niye burada yok, denilebilir pekala.
Elbette ortaya karışık, neşeli, daha hafif de çok sayıda eseri var—bazıları kendine bu projede de yer bulmuş zaten—ama Şeneş’in en büyük özelliği, belki de hiç bir zaman tam manasıyla, dolu dolu yaşamadığı bir sevdanın, onun hayatındaki yansımalarını kaleme alması. Pek çok şarkısında izleri bulunan bu hikayenin, kendisinin yazdığı son eser olan 1996 tarihli Bir Hata ile bitiyor olması da ayrıca iç burucu tabi. İyi ki yaşanmış o hata ve iyi ki yazılmış tüm bu nefis, çoğu orijinalinden bile daha iyi, daha vurucu şarkılar. Onlarsız bir Türkçe müziği, düşünmek bile istemezdik.
PS: Ajda Pekkan’dan Yeni Bir Gün Doğdu Bize ve Kendi Kendimle Ben ile Gönül Akkor’dan Kül Değil Ateş iyi ki bu albüme girmemişler!
Mabel Matiz: Yine Günlerden Son Yaz mı?
Geçen sene Açıkhava’ya ilk kez çıktığında İstanbul’da olmadığım için gidememiştim. Bostancı’da gittiğimiz bir kış konserinde de ortamın dayanılmazlığından dolayı ara verildiğinde çıkmıştık. Hatta kendisi de 45 dakika şarkı söyledikten sonra hiç bir şey (“aradan sonra yeniden beraberiz” falan filan) demeden sahneden inince, “herhalde o da dayanamadı” demiştik.
Dolayısıyla bu sene zaten sonbaharda gerçekleşen ikinci Açıkhava konseri için heyecanlıydım Mabel Matiz’in—kendi tereddütlerimi muhafaza etmekle birlikte.
En büyük handikabım, onun özellikle ikinci ve üçüncü albümlerinde kendini ele veren, kentin kafası karışık ve biraz depresif ama hip ve mizah duygulu queer çocuğundan son albümünde ayyuka çıkan Anadolu’nun tüm hislerine ve seslerine açık, biraz da bağrı yanık genç yetişkinine dönüşmesinin konseri domine etmesiydi. Maalesef etti de...
Çok güzel hazırlanmış bir sahne, Zeki Müren’vari, havalı kostümler, hemen hepsini bildiğimiz iyi şarkılar ve orası için oldukça küçük olsa da genelde çok iyi bir orkestra, gecenin artılar hanesindeydi. Maya albümündeki şarkıların sayıca çokluğu, üst üste gelen acıların çocuğu modunun ve “damar” eserlerin bir yerden sonra yorması (ki kendisi de buna işaret etti, “ama seviyorsunuz” gibi bir şey de söyledi, bence yanlış), repertuvarın çok fazla “oynanacak” türkü ihtiva etmesiyle ortalığın bazen erkenden kaçmak isteyeceğiniz bir köy düğününe evrilmesi, özellikle ikinci yarı belirginleşen vokal yorgunluğu (ki onun sınırları zaten belli) ve ses sisteminin de özellikle ilk yarıda nedense iyi işlemiyor oluşu, gecenin zayıflıkları kısmındaydı.
Uzun zamandır gördüğüm en kötü konser bitirişi ve alakasız gibi duran bis de açıkçası tüy dikti. Ben, başka pek çok kişi gibi ilk tanıdığımdaki dev önyargımdan uzaklaşıp, Mabel Matiz’in özellikle şarkıcılığına olmasa da yazarlığına ve yaratıcı kimliğine epeyce hayran bir seveni olarak, bir süre dinlenmesi ve bundan sonra gideceği istikameti netleştirmesi ihtiyacında olduğunu hissettim.
Kendisi bence 2010’larda çıkan jenerasyonun en parlak ismi ve bize alternatifi anaakımlaştırma gücü olduğunu, kitabı tersten okutabildiğini, kendi kurallarıyla oynayacağını zaten çoktan ispat etti. Ama unutmamak gerekir ki “üçüncü yeni” hayli kuvvetli geliyor ve herkes, hepimiz gibi, o da hızlı yaşlanıyor. 1970’lerin starları gibi, önünde kendini tekrar tekrar ispat etmesi ve yeniden yaratması için ferah ferah kullanacağı bir 30-40 yılı olmayabilir.
Bugün, onun (ve o hırstaki muadillerinin) kusursuz olması, savrulmaması, adını her yere en büyük harflerle yazdırması gereken gün. Bence türkü söyleyip insan oynatmayı, elinde açacak başka kartı olmayanlar yapsın; nasılsa çoğunluklar.
Bu yazıda değindiğim isimlerin hiç biri bugünün dünyasına ait değiller ve müzikal dilleri de bu zamanda yaşamıyor—hepsi aslında bizim nostaljimiz. Matiz hariç. O yüzden bu dili ve kendine özgü ifadeyi, eklektik bir “köklerimiz” fetişiyle bulandırmaya da gerek yok diye düşünüyorum...
Matiz’in sahip olduğu duygusal geriplanın sınırları ve müzikal kapasitesi, eminim ki yakın gelecekte yine bizlere (bazen çok) dokunacak, unuttuğumuz dillerimize ve bastırdığımız bedenlerimize tercüman olacak nice eserler üretecek ve bunları o gece gibi muhteşem biçimde “dizayn edilmiş” konserlerle aktaracak. Umutsuzluk için çok erken.
PS: Kalbime Azap ne şahane bir şarkı, niye kayboldu ki?
Candan Erçetin: Kayıp Zamanın İzinde!
Erçetin’in bu sene Açıkhava’da ikinci konseriydi. Arada biliyorsunuz 30 Ağustos’ta Üsküdar Meydanı’nda da sembolik önemi olan bir halk konserine çıkmıştı, herhalde bu yıldan en iyi hatırlayacağı gösteri o olacaktır. Bir de tabi olağan “beldelerde” yaz turnesi vardı. Zaten yirmi yıldan fazladır sürekli, her türden sahnede olan biri. Galiba hep de aynı orkestra ile (aşağı yukarı). Dolayısıyla daha önce izlemişseniz, bir şekilde fikriniz varsa, ortada sürpriz yok: Erçetin yine ve her zaman bildiğimiz gibi.
Yani, kendi sağlam şarkılarına, zamanının büyük hitlerine, 90’larda ve 2000’lerin başındaki müzikal kimliğine sahip çıkıyor, sadakat gösteriyor; sesi zamanın küçük etkileri sabit olmakla birlikte hala yerinde (acaba çok mu sigara içiyor?); elbette her zamanki gibi enerjik; çıktığı sahneye ve onu dinlemeye gelen 4200 seyirciye namütenahi hakim.
Onlar Yanlış Biliyor, Elbette, Parçalandım, Yalan, Umurumda Değil, Git falan derken, bu senenin asıl sürprizleri, sahnede Ali Güven’in Yolcu’su ile Yeni Türkü’nün Maskeli Balo’suna da ses vermesi oldu. Acaba, cover ya da ara albüm yapmaktan kaçınmayan Erçetin, böyle sevdiği(miz) şarkılardan mürekkep bir sürpriz yapar mı?
Ben özellikle Yolcu’nun muhteşem çalınıp söylenmesinden sonra, hatırlanmayan (ama tam da unutulmayan) bir sürü değerli şarkıya da, çok uzun zamandır etkili bir iş ortaya koyamayan ve “hazırdan yiyen” kendisine de bunun çok iyi geleceğine hemen o anda inandım. Kim bilir?
Belki bendeki bir sorun bu. Mabel Matiz’de olduğu gibi, Erçetin’de de çok sayıda türkü ve onlarla “oynamak” isteyen ciddi bir kitle vardı Açıkhava’da. Ben için için daha akustik, daha baladlarla dolu, daha sakin ama drama ihtiva eden bir dinleti bekliyormuşum herhalde. Üst üste gelen bu inatçı kır düğünü tadından da pek hazzetmedim.
Ne gam! İkinci yarıda sahneye hep yaptığı gibi ayakkabılarını çıkararak gelip, bol bol oynayıp oynatan Candan Erçetin, besbelli ki doğru nabza doğru şerbet veriyor ve büyük alkışlar eşliğinde, herkesin beğenileriyle oradan ayrılıyordu, bir kez daha. Türkü söylemek ve göbek attırmak hep satıyor yani. Hep satan bir şey daha vardır ama o şimdi konumuz dışı.
Hala iyi şarkı söyleyebilen ve kariyerinde majör hatalar yapmamış, bizi üzmemiş, kendi ölçeğinde bir divanın kötü geçmeyeceğine emin olduğunuz bir konserine iç rahatlığıyla gitmek de büyük lüks bugün. Başka kaç kişi var ki bu cümleyi rahatça kurabileceğimiz?
PS: Doğru yapılmış bir 80’ler-90’lar albümü çok yakışacak, çoktan kaybedilmiş gibi duran zamanın izi (hala) orada.
Selda Bağcan: Ne Varsa Her Şey Hatırımda
Selda ise her ölçekte diva tabi. 70’li yaşlarında olmasına rağmen sesi hala çok güzel ve sağlam, ilk 45’liklerinin üzerinden neredeyse 50 sene geçmiş, kendi tabiriyle “özgürlük ve demokrasi için” yazılmış şarkılardan oluşan protest müzik ve “halkın türküleri” ile bir ömür dokumuş ve kendine ait bir tür yaratmış, yol açmış ve yol tutmuş, özellikle 2010’larda yeniden keşfedilip ünü sınırları aşmış, adanmışlığı ve sanatkarlığı konusunda herkesin hemfikir olduğu, saygınlığın en üst mertebesine ne mutlu ki hayattayken ulaşmış bir isim.
İyi ki Selda Bağcan, bu sene her zamankinden bile garip konserlere ve şaşırtıcı kombinasyonlara da ev sahipliği yapan Açıkhava’da kendine yer bulabiliyor (eskiden bu böyle değildi) ve elbette sonuna kadar hak ettiği çok büyük seyirci ilgisine mazhar olabiliyor.
O geceki konser de ilk yarısı Osman Işmen yönetiminde bir senfoni orkestrası, ikinci yarısı Selda’nın düzenli “rock” grubu eşliğinde gerçekleşecek diye duyurulmuştu.
Ne protest müziğe ne de türkülere meraklı olduğum için, açıkçası, bu dev saygınlık ve sonsuz kendine özgülük beni hafiften gerebiliyordu çünkü hiç bilmediğim müzikal diyarlara gideceğiz, pek bilmek de istemeyeceğim dünyalara gireceğiz ya da ait ve aşina olmadığım 70’ler solunun kimi sloganlarını ve referanslarını da barındıran şarkılar duyacağız; ben de bu atmosferde kaybolacağım diye hep endişe ediyordum. Acaba o iki buçuk üç saat, ödev yapmaya, vazife savmaya dönüşür mü; didaktik-normatif hallere bürünür mü (örneğin Zülfü Livaneli söz konusu olunca da) diye beliriveren kimi olağan şüphelenmeler içindeydim.
Neyse ki Selda Bağcan’ın eşsiz sesi, bağlama tonlarına, Anadolu aşıklarına ve deyişlerine ya da 70’ler ideolojilerine en az benim kadar yabancı ve hatta yaşça da benden genç Polonyalıları, İtalyanları etkilediği gibi beni de, bizi de sarsıyor, tavlıyor ve esir ediyor.
İlk yarı, klasik orkestra (daha çok Selda’nın bestelerini) cidden çok iyi icra ediyor. Öncesinde ve o sabah saat 10’da başlayan uzun hazırlıklara değmiş. Özellikle sanatçının Anne Ben Geldim isimli vurucu şarkısında hem yorumculuk, hem müzikalite, hem duygusal etkileyicilik had safhasına erişiyor. İkinci yarı gelen orkestra, duyurulduğunun aksine pek de rock bir havada değil gibi, hatta bağlamayla ritim dışında bir şey duyulmuyor ve benim bu yaz sonu konserlerinde kabusum haline gelen “düğün salonu” atmosferi, en azından müzikal seviyede, yine hortluyor. En sonda, davul zurnayla çekilen halaya kadar dayanacak gücü bulamadım, yalan yok.
Bağcan’ın konumu ve tecrübesi bence eleştirinin ötesinde, zaten müzisyenliğini icra ediş tarzına, biçimine laf söylenebilmesinin imkanı olduğu da düşünmüyorum. Bununla birlikte bu konserde beni rahatsız eden iki şey vardı.
İlk yarının sonunda, arkadaki dev ekrana bayrak yansıtılarak, İzmir’in Dağları marşı çalındı ve toplulukça söylendi. Herkes ayağa kalktı, büyük coşku oldu. Herhalde aradan sonra Deniz Baykal gelecek diye ürperdim; çünkü onun temsil ettiği, zamanında yaptığı mitinglerinde ya da parti kongrelerinde canlandırmaya gayret ettiği bir atmosferdi bu. Büyük sanatçı kimliğiyle Bağcan’ın, bir politikacı olarak Baykal’a bile fayda getirmemiş bir halin içinde olmaya, bu hali tertip etmeye niye ihtiyacı vardı, bu Bağdat Caddesi mitingi coşkusunun o konsere ne faydası, ne gibi bir müzikal katkısı vardı, doğrusu hiç de anlamadım.
Ama bir hayli yadırgadım. Bağcan’ın herkesçe bilinen siyasi görüşleri benim açımdan bir sorun değil—herhalde benimki de kendisininkine oldukça yakındır. Ama o siyasi ruhu ya da politik ifade biçimini burasından, bu en şovenist ve klişeleşmiş yerinden tutması, bu şekilde yansıtması garip geldi. Örneğin, “Gezi’de hayatını kaybedenler” dediğinde patlayan, paylaştığımız coşku, buraya ne kadar denk düşüyor, hiç emin değilim.
Bir de “şimdi sizler söylüyorsunuz” kısmı var tabi. Sonuçta bu bir arkadaş toplantısı değil, bayi eğlencesi değil, belediye promosyonu ya da halk konseri değil. Bir yerden bir yere gitmenin bu kadar zorlaştığı bu şehirde, üzerine para verilerek gidilen bir konserde kimsenin tesadüfen etrafında oturan bet seslilerden oluşan bir koroyu, hem de bu kadar sıklıkla, dinlemeyi arzu edecek hali varmış gibi gelmiyor bana. Türkiye’deki şarkıcılara özgü bu kalitesiz tembellik ve şımarıklık, zaten kimseye yakışmıyor ama Selda Bağcan gibi bir isimde iyice sakil duruyor çünkü o söylediğinde yer gök hep onun sesi oluyor. Olsun istiyoruz zaten.
Hep de böyle olsun, dağ taş onun sesine kessin ve selam dursun. Onun İstanbullu ve başka her şehirden gelen dinleyici “kahramanları” da “kızıl saçlı bacılarını” doya doya dinlesin ve çılgınca alkışlasınlar, bu dünya durdukça ve döndükçe.
PS: Asya Ağlıyor o klasik orkestrayla ne güzel olurdu, kısmet değilmiş demek. (CÖ/AS)