Nevşehir’in kara salısı mıydı yoksa kırmızı bir pazartesi mi? 17 Haziran 1980 salı günü çok sıcak bir gündü. Önceden bildirilmiş cinayetlerin hikâyesi yazılıyordu ve sanki bunu benden başka herkes biliyordu.
Henüz dokuz yaşındaydım, büyükler ülkede durumun hiç iyi olmadığının söylüyorlardı. Çatışma ve cinayet haberleri giderek yoğunlaşıyordu. Büyüklerin kendi aralarındaki tüm sohbetler hızlıca siyasete ve anarşi denilen olaylara bağlanıyordu. Sonunda ordunun ihtilal yapabileceğine hatta artık ihtilalden başka çare kalmadığına ulaşan fikirler, bunaltıcı derecede sık duyulmaya başlamıştı. Ama ben Nevşehir’i güvenli bir yer sanıyordum.
Ara sıra yumruklu kavgalar, cam kırmalar, dernek taşlamalar, tehditler ve benzeri olaylar oluyordu ama ben Nevşehir’de cinayet işlenmiyor ve asla işlenmez sanıyordum. Ama o gün, akşama doğru balon patladı…
Tatillerde amcamın bakkalında dururdum
Tatillerde amcamın bakkal dükkanında durmak benim için büyük mutluluktu. Yardım etmek veya çıraklık değil, “dükkânda durmak” diyorduk bunun adına ve yerleri süpürmekten mal taşıyıp yerleştirmeye ve satışa kadar her işi yapmaya çalışıyordum. Ama işler öyle gitmedi, bir gün birden balon patladı…
Satış yapmak en keyiflisiydi çünkü esas işi üstlenmiş, sorumluluk almış oluyordum, bu da büyümek anlamına geliyordu. Ama sanırım yeterince büyümemiş olduğum için ot süpürgeyle yer süpürmek başta olmak üzere bazı işlerde pek başarılı değildim.
Süpürgeyi elimden almaları derdimdi
Bu işleri hiç sevmiyordum ama yapamadığımın söylenmesinden de hiç hoşlanmadığım için çaba göstermeye devam ediyordum. Dükkânın zeminini oluşturan irili ufaklı kesme taşların kenar ve köşeleri yer yer kırılmış ve küçük çukurlar oluşmuştu. Bu çukurlarda biriken toz ve pislikleri ot süpürgenin ucuyla özenle çıkarmak gerekiyordu.
Toz kalkmaması için önce bütün zemini caminin şadırvanından küçük bir bidona doldurduğumuz sularla ıslatıp kazımaya başlıyorduk. Ne kadar özen göstersem de bu işi iyi yapamadığımı söyleyen büyüklerin süpürgeyi elimden almaları dertlerimden biriydi.
Küçük rakı, küçük şişe
O zamanlar herkesin bildiği benzin, yağ, sigara gibi kıtlıkların yanı sıra garip yokluklar da vardı. Bunlardan biri de piyasada 35’lik veya ufak rakı bulmakta yaşanan zorluklardı.
Oysa en azından Nevşehir’de, ufak rakı talebi büyük rakı talebinden çok daha fazlaydı. Henüz naylon poşet devri başlamamıştı ve büyük şişeleri belli etmeden taşımak zordu.
Gazete kağıtlarına sardığımız ufak rakıları tabanca gibi beline, ceketinin iç cebine, kumaş paketinin arasına, evrak çantasına saklayıp giden, şarapları açtırıp abdest ibriğine benzer bidonlara doldurup götüren çoktu.
Bu yüzden büyük rakıları küçük şişelere bölüp satma usulü ortaya çıkmıştı. Şişeyi yeniden doldurmayı engelleyen kapak tasarımı henüz mühendislerin gündemine bile girmediği için yapmamız gereken tek şey bolca küçük şişe bulmaktı.
Bugün işletilemeyen depozito sisteminin tıkır tıkır yürüdüğü o günlerde eski standart büyük şişeleri 5 lira karşılığında toplayıp şaraphaneye gönderiyorduk. Küçük şişeleri de bölme işinde kullanıyorduk. Birkaç gün önce Zeki Amca’nın Kurşunlu Cami’nin yanındaki evinden de boş şişeleri alıp gelmiştik.
O gün de amcamla birlikte dükkânın arka tarafındaki bahçede küçük şişeleri yıkayıp hazırladıktan sonra döndüğümüzde dükkânda babam, Zeki Amca ile sohbet ediyordu, o zaman ismini bilmediğim Mehmet Ulukuş da oradaydı. Zeki Amca, amcama küçük bir borcunu kapatmaya gelmiş ama kahveye çay söylemişler ve gelene kadar sohbeti koyulaştırmışlardı. Zeki Amca 3 metreye 8 metre boyutlarında dikdörtgen şeklinde uzanan dükkânın en sonunda, tezgâhın yan tarafının arkasında, arkalıksız bir iskemlede oturuyordu.
Takır takır ayak sesleri
Amcam girişe yakın tarafta tezgâhın arkasına geçti, bir taraftan müşterilere bakıyor, bir taraftan ara sıra sohbete katılıyordu. O zaman 13 yaşında olan halamın oğlu Savaş’la biz de dükkânın girişe göre sol kenarındaki şeker ve pirinç çuvallarına yaslanarak sohbete kulak verdik.
Amcamdan sonra kapıya en yakın olan bendim. Dükkâna gelen biri sigara istedi, o tarafa bakmama kalmadan bir başkası içeri doğru koşarcasına üç-dört adım attı.
Takır takır gelen ayak seslerini hatırlıyorum, sanırım topuklu ayakkabıları vardı. Sonra bir balon patladı. Balon da şimdiki kadar bol bulunan bir şey değildi, fiyatı görece yüksekti. Ancak bayramlarda birer tane balon aldığımız için patlaması da çoğu zaman üzücü bir olay olurdu ama bazen de komik gelirdi. O sırada balon patladı diye gülmüş bile olabilirim, şu anda bilemiyorum.
Barut kokusu ve silah sesi
Dönüp o tarafa baktığımda tam önümde bir silah ağzından alev ve duman saçarak patlıyordu, arka arkaya patlamaya devam ettiğine göre balon değilmiş. Bu adamlar da müşteri değilmiş. Nihayet anlamıştım ki orada çok kötü bir şeyler oluyordu, o yüzden oradan çıkmam gerektiğini düşündüm sanırım.
Kapıya doğru yöneldim, kaç adım atabildim bilmiyorum. Yürüdüm mü, ayaklarım yere basıyor muydu, her şeyi eriten, bütün görüntüleri yamultan sıcak bir sıvının içinde yüzüyor muydum belli değildi.
İkinci bir silahtan da patlama sesleri geldi. Zaten küçük bir hacmi olan dükkânın içini ağır bir barut kokusu sardı. Sonra yine takır takır uzaklaşan ayak sesleri. Sanırım kapıya kadar ulaşmışım, katil geçebilmek için beni itip dışarı atmış. Kapının önünde bir el de havaya ateş etmişler.
Amcam yerde yatıyordu
Sağ tarafa doğru yürüyerek, hem de ellerini kollarını sallayarak gitmişler, kimse görmemiş, duymamış, bilmemiş. Ne yaptınız siz dememiş, belki de biliyorlarmış ne yaptıklarını. Bundan sonraki birkaç saniyelik aralığı hiçbir zaman hatırlayamadım. O arada Zeki Amca yaralı olarak düştüğü yerden kalkmış, silahını çekmiş, şarjörünü takmış, elinde silahıyla, yeniden gelirlerse diye kendini korumamaya çalışarak, koruyacak kimse kalmadığını bilerek, bir araba bulup hastaneye gitmiş ama hastanede kurtarılamayarak hayatını kaybetmiş.
Yeniden hatırladığım anda babam, “Vay kardeşim, gitti kardeşim” diye ağlıyordu. Önce inanamadım ama baktım amcam buzdolabıyla tezgâhın arasında yerde yüzüstü yatıyordu. Taşların aralarındaki küçük çukurlarda kan gölleri ve bunların aralarında kanlı kanallar oluşmuştu.
Amcam Yavuz Yükselbaba, 30 yaşındaydı
Birkaç şarap şişesi kırılmış, yere dökülen şarap kana karışmıştı. Üstüne de tezgâhın üstündeki tepsiden dökülen biraz helva kırıntısı, yanında bir dakika önce silahın önünde dimdik duran amcam artık kıpırdamadan yatıyordu. Katillerden birinin elini tutup bırakmamış, yapma demişti, “Zeki Tekiner’i vuramazsın" demişti, benim küçük amcam Yavuz Yükselbaba. O bir kahramandı ve henüz 30 yaşındaydı. Özgeçmişini yazsa beş satır dolmazdı ama kısacık ömrünün en anlamlı beş saniyesini ömrünün en sonunda yaşamıştı ve şimdi kanlar içinde, yüzüstü devrilmiş yatıyordu.
Ne yapacaktık şimdi? Hepsini geri toplamanın, dökülmüş kanı geri almanın, birkaç dakika önceye dönmenin imkansızlığı içimi yaktı. Ne yaptığımı bilmiyordum, amcamı tutup düştüğü yerden kaldırmaya, yeniden canlandırmaya bile çalıştım, sarıldım, ellerim ve gömleğim kan içinde kaldı.
"Amca kalk"
Babam “Alın, hastaneye götürün, belki bir şey olur” diye çırpınıyordu ama kimsenin yardım etmeye niyeti yoktu. Kapının önüne meraklı gözlerle bakan bir seyirci topluluğu yığılmıştı. Kimse bir şey yapmıyor, içeri de girmiyorlardı. Babam kapıda toplananlara seslenerek, “Kardeşimi köpekler öldürdü, içinizde köpek varsa gitsin, seyretmesin” diye başlayan bir konuşma yaptı.
Savaş, kapının önünde, kalabalığın arasında kendini yerlere atıp katillerin kaçtığı yöne bakarak küfrediyordu. Ben de onunla beraber biraz bağırdım ettim ama bu da çok anlamsız geldi. Döndüm baktım, amcam hâlâ yatıyordu. Babam kaldırın demeye devam ediyordu. Dayanamadım bir kez daha kaldırmaya kalkıştım. Üzerine uzandım, “Amca, kalk” dedim, yere kapanan yüzünü gördüm. Bu arada kimse bana engel olmuyordu.
Cebinden 1425 lira çıkmış
Nihayet kim olduğunu bilmediğim birileri geldi, cesedi battaniyeye sarıp bir arabanın arka koltuğuna atarak karga tulumba hastaneye götürdüler. Hastanede tutulan zapta göre bir cebinden 1,425 lira çıkmış. Muhtemelen o gün Konya’dan kamyonla dükkâna gelmesi beklenen malların parasını ödeyecekti.
Diğer cebinden ineğin suni tohumlama belgesi, katlanmış kâğıdın içinde de 15 lira çıkmış. Bu da tohumlama ücretinin üstünden kalan para olmalı. Kolundan da Seiko marka saati…
Belediye Caddesi’nde her zaman sürekli devriye gezen polisler her şey bittikten sonra nihayet geldiler. Onların tuttukları zabıtta da sadece topladıkları mermi kovanları ve çekirdekleri yazıyor. Zaten kovanların da hepsini bulamamışlar, sonradan biz toplayıp gönderdik. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum çünkü hiçbirimizin aklına saate bakmak gelmiyordu. Gelen polislerin tek yaptığı dükkânı kapattırıp bize eve göndermek oldu. Bir taksi bizi alıp amcam ve ailesinin babaannemle birlikte oturdukları eve götürdü.
Babaanneme anlatmak
Babaannem nadiren yaptığı bir ev gezmesinden yeni dönmüş, o zamana kadar keyifli geçen bir günündeydi. Hepimiz karışışında ağlıyorduk, ama küçük oğlu yoktu. “Ne oldu?” diye defalarca sordu, cevap veremedik. Sanki ne olduğunu hiçbirimiz anlamamış gibiydik. “Yavuz nerede? Söylesenize” diye sordu. Bunu cevaplamak daha da zordu. Neredeydi? Buna farklı bir yorum olamaz mıydı? Yalan da olsa küçük bir umut bulunamaz mıydı? Birinin ağzından “Bir şey yok, yaralı, hastanede” gibi sözler döküldü.
Aradığımız buydu. “Neden onu yalnız bıraktınız, yaralıysa neden yanında kalmadınız, neden buraya getirmediniz?” Sorular birbirini izliyordu ama bu büyük yalana inanmayı ilk başaran yine de annesiydi. Gürültüyü duyan komşular, hızla evi doldurdu.
Herkesin yüksek sesle ağladığı, çok sıcak, havasız, bunaltıcı, umutsuz kapkaranlık bir odadaydık. Ne zaman ağlasak biz çocukları teselli eden büyüklerin hepsinin birden ağladığı o oda, dipsiz bir girdap gibiydi. Ne olduğunu soranlar oluyordu ama kimse kimin yaptığını sormuyordu. Sanki biliyorduk, hatta emindik, bu yüzden sorulacak bir soru değildi.
Tetiği çeken eli, hedef alan gözü, hatta karar veren kafaları bile aramıyorduk. Yapan zihniyeti biliyorduk ama kişileri devletin bulup cezalandırması gerektiğini düşünüyorduk. Devletin adaletinin gerçekleşeceğinden de emin değildik. Yine de katillerin isimlerini merak etmiyorduk.
Babaannem “Piyango bize vurdu” deyip deyip ağlıyordu, benden başka kimse de şaşırmıyordu. Bu kötü piyangonun çekileceğini benden başka herkes biliyor muydu?
Ertesi gün cenaze töreni olacaktı ama annem benim katılmamı istemiyordu, “Tehlikeli, sen küçüksün, kendini koruyamazsın” diyordu. Yine anlayamıyordum, cenazeye dokunacak kadar zalimler de mi vardı? İnanmadım, çok ısrar ettim, cenazeye de katılacaktım mutlaka. Babam cenazeden önce bizi kendi evimize göndererek, iki tane bez mendil getirmemizi istedi. Kâğıt mendiller henüz çıkmamıştı ve babam en az iki mendili ıslatacak kadar ağlayacağından emindi.
Cenaze günü
Yine bomboş sokaklardan gidip mendilleri alıp gelirken hastanenin önünde o güne kadar görmediğim büyüklükte bir kitlenin kortej oluşturduğunu gördük. Onca insanın “Zekiler Ölmez, Yavuzlar Ölmez” diye bağırdığı bu tablo karşısında coşmamak elde değildi. “Aslanlar” diye koşarak gittiğimiz hastane bahçesinde babamı bir bidondan eline dökülen suyla yüzünü yıkarken bulduk. Getirdiğimiz mendillerle yüzünü yıkadı ama gözyaşlarını durduramıyordu, tabii onu o halde gören bizler de…
Yürüyüş başladı, çok az ilerlemiştik ki yine silah sesleri başladı, yine takır takır topuklu ayakkabıyla koşuşma sesleri, yine karmaşa… Herkes yere yattı, beni de itip yere düşürdüler. Üstümüze kurşun yağıyordu, neden yere yattığımızı anlamıyordum, babamı da kaybettim, sonunda biri tutup beni bir apartmanın içine götürdü, merdivenlerde. İçeride korkuyla beklerken dışarıdan makinalı silah sesleri başladı ve bitip tükenmek bilmiyordu.
Tabutu 13 kurşunla vurmuşlardı
Yine her tarafı barut kokusu sardı, önceki günün çok daha büyük ölçekte tekrarı gibiydi, işte yine annem haklı çıkmıştı. Bu defa hepimizi öldürecekler diye düşünüyordum. Büyük bir şans eseri kimse ölmedi ama çok sayıda yaralı vardı. Bir süre sonra makinalı silah sesleri durdu. Dışarı çıktık, cenazeleri yerden aldılar.
Zeki Tekiner’in tabutunu 13 kurşunla vurmuşlardı. Makinalı silahları kullanan askerlermiş, üstümüze ateş açılan binalara ve havaya dakikalarca ateş etmişler ama binalara girip saldırganları yakalamamışlardı. Cenaze namazı için camiye kadar çok küçük bir topluluk gidebildi. Cenazeye saldırıyla ilgili herhangi bir soruşturma açılmadı.
Azmettirici ve katillerle karşı karşıya
Bu iki cinayeti azmettirmekten mahkûm olan, kaçtığı Almanya’dan idam edilmemek koşuluyla Türkiye’ye iadesi yapılan ancak birkaç yıl hapis yattıktan sonra şaibeli bir şekilde serbest bırakılan “azmettirici” Ömer Ay, cenazeden birkaç gün sonra tetikçileri Nevşehir dışına kaçırırken “Merak etmeyin cenazede büyük olaylar çıktı, kimsenin sizin peşinize düşecek hali yok” diye onları rahatlatmıştı.
12 Eylül darbesinden 1 yıl sonra yakalanıp yargılanan katiller ise daha birçok cinayet ve yaralama suçlarının cezası dahil yaklaşık 10’ar yıl hapis yatıp “affedilmişti”.
Konya Sıkıyönetim Mahkeme’sine “çocuk tanık” olarak götürüldüğüm duruşmada sanık sandalyesinde oturan failler ülkücü Mehmet Onur Miman, Uğur Coşkun ve Ömer Ay gözlerimize çok emin bir ifadeyle bakmışlardı. Öyle ya korunacaklarından, kollanacaklarından, faşizmin yok olmayacağından, günün sonunda oradan yine ekmek yiyeceklerinden emindiler.
40 yıl önce o gün cenazede bulunduğunu, tabutlara omuz verdiğini tahmin ettiğim birileri ise 40 yıl sonra “siyasetçi” Ömer Ay’ın yeni ve çok iyi partisine yönetici seçilmesini kutlamış, verilen ceza çekilmiştir diyerek eski küskünlükleri bir yana bırakmış, sevgili müttefiklerini kucaklamıştı.
40 yıl önce yaşanmış ama yargılanmış, ceza almış, yani bu iş “sonuçlanmış” demişlerdi. O gün kurşun yağmuru altında yola bırakılan tabut sonra geri alınmış, yola devam edilmişti. Bugünse tabut yine asfaltta, kurşun yemeye devam ediyor. O gün yıkılmayan mücadele ruhu bugün iktidardan pay alma hevesine mi yenildi? Aynı zamanda bir ruh hali olan faşizm hepinizi mi sardı?
(MY/EMK/NÖ)