“24 Haziran Seçimleri Üzerinden Dün ve Yarın” yazısıyla başlayan dizide, 1950’den 2018’e uzanan seçimlere göre CHP geleneğiyle, DP geleneğini sürdüren partilerin konumları sergilenmişti. Şimdi tek parti iktidarları ve koalisyonlara değinerek devam ediyoruz.
Tek Parti iktidarları
1950’den 2018 Haziran’ına kadar, 68 yıllık zaman diliminde Türkiye’de 19 genel milletvekili seçimi yapıldı. Bu seçimlerin 11’inde, seçim sistemlerinin de etkisiyle parlamentodan tek parti iktidarları çıktı. Bunun da anlamı 1950’den 60’a, 1965’den 1971’e, 1983’den 91’e ve 2002’den 2018’e Türkiye’nin -Haziran 2015 seçimine rağmen-, tek parti tarafından kurulan meclis hükümetlerince yönetildiği. Bu hükümetlerin ayırt edici özelliği, tamamının DP geleneği partilerce kurulmuş hükümetler olmaları.
Demokrat Parti geleneğini sürdüren partiler 1950-60 arasında toplam kayıtlı seçmenlerin yüzde 44,5’iyle yüzde 55’ini temsil eden kesimin oyunu almıştı. Bu oranlar 1961-80 yılları arasında yüzde 33,8’le yüzde 49 aralığına geriledi. 12 Eylül 1980 sonrası dönem DP geleneğinin ve özellikle onun dinci kanadının şahlanmasını gündeme getirirken, DP geleneği partilerinin toplam oy oranlarının da yüzde 50,3 ile yüzde 63,7 aralığına yükselmesine kaynaklık etti.
1950-60 dönemiyle, 1961-80 döneminde DP geleneğinin dönemsel lider partisi, o geleneğe verilen oyların yüzde sekseninden çoğunu almayı başardığında, seçime katılım oranıyla da bağlantılı olarak, tek başına iktidara gelebiliyordu. Bu olgu gelenek oylarının bir partiye yığılması ya da diğer partiler arasında dağılımıyla doğrudan ilgili. Dolayısıyla DP geleneğinden gelen bir partinin tek başına iktidar olabilmesinin ön koşullarından biri, gelenek içindeki rakiplerine göre karşı gelenekle en uzlaşmaz parti olmasından geçiyor, denebilir.
DP geleneğinin yaratıcılarından Celal Bayar’la Adnan Menderes partilerinin ilk iktidarında toplam kayıtlı seçmenlerin yüzde 49,3’ü, sonrasında yüzde 51,8’i ve üçüncüsünde de yüzde 37,2’siyle DP’yi tek başına hükümet eder konuma taşıdılar. İktidarda önce -seçmen desteği açısından- yükseliş sonra da düşüş yaşanmaya başlanınca, parti ve liderleri anti-demokratik ve hesap vermez uygulamalarını da yoğunlaştırarak, cepheleşme ve kutuplaşmayı arttıran politikalarla iktidarı seçimle gelinen ama seçimle gidilmesi gerekmeyen bir konuma doğru taşır hale geldiler. İşte tam da bu noktada DP’yi iktidardan düşüren 27 Mayıs darbesi; seçimle gelinen iktidardan seçimle gidilip-gidilmeyeceğini, parlamenter sistemin sorununu toplumsal güçlerle dayanışma yoluyla ve kendi içinde çözüp-çözemeyeceğini beklemeden, seçimli iktidar değişimi olasılığını yok etmiş oldu.
27 Mayıs darbesinden kısa süre sonra 1961’de yeni bir anayasa ve yeni kurumsal örgütleşmelerle çok partili siyasal yaşama geri dönüldü. Ama artık yeni kurumlar ve farklı bir seçim sistemi vardı. İlk seçimde (1961) DP geleneğinin partileri toplam kayıtlı seçmenlerin yüzde 49’unun oyunu almasına karşın, bu gelenekten gelen hiçbir parti tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğa ulaşamadı. Ama dönemin İkinci (1965) ve üçüncü (1969) seçimlerinde DP’nin devamı kabul edilen parti olarak Adalet Partisi (AP) tek başına iktidar olurken, DP geleneği partilerinin oy toplamları yüzde 44,3 - 33,8 olarak gerçekleşiyordu. AP’de bu oyların 36,0 ve 28,6 puanlık kısımlarını alıyordu. Dolayısıyla AP’nin tek başına iktidar oluşu, seçmeyenlerin yüksekliğine (seçim katılım oranının düşüklüğüne) bağlı olarak çıkıyordu karşımıza.
1961 anayasasıyla başlayan yeni dönemde DP geleneğinin yeniden AP ile tek başına iktidar oluşu Demirel’e “Bize plan değil, pilav lazım” / “Bu anayasa Türkiye’ye bol geliyor” / “Yollar yürümekle aşınmaz” gibi yaklaşımları topluma dayatma ve karşı çıkışları bastırma olanağı tanıyordu. 1961-80 dönemindeki AP’nin ikinci tek başına iktidar dönemi 12 Mart 1971 muhtırasıyla kesildi ve yerine arka arkaya teknokratlar hükümetleri kuruldu. Bu dönemi izleyen 1973 ve 1977 seçimlerinde hiçbir parti tek başına iktidar olamadı. Böylece başlayan koalisyonlar dönemiyle birlikte, bugünün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ideolojik geri planında yer alan İslamcılığı (Milli Selamet Partisi / Necmettin Erbakan) ve milliyetçiliği (Milliyetçi Hareket Partisi / Alpaslan Türkeş) temsil eden iki partinin bu yolla iktidara ortak olduğu bir siyasal ortama girildi.
Bu dönem toplumsal taleplerin sokağa uzanıp ölümlerin yaşandığı, kahve ve evlerin basıldığı, Çorum’da / Maraş’ta katliamların yapıldığı; Demirel’in “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” dediği, Milliyetçi Cephe Koalisyonlarının kurulduğu bir dönemdi. Bu dönem 12 Eylül 1980’e değin uzandı.
12 Eylül 1980 darbesi tüm siyasi partileri kapatarak, kuramsal olarak, DP ve CHP geleneğinden gelen partilerle birlikte kutuplaşma siyasetini de kaldırdığı düşüncesiyle Türkiye’ye yeni bir gömlek dikti. İcazetli (ya da kurulmasına ve seçime girmesine izin verilen) partilerle yapılan 1983 seçimlerinde, darbe hükümetinin başbakan yardımcısı Turgut Özal’ın partisi Anavatan (ANAP), çifte barajlı seçim sisteminin de etkisiyle tek başına iktidara geldi. Seçim sistemi üzerinde yaptığı, partisinin ve en çok oyu alacak partinin çıkarına uygun düzenlemeler sonucunda kayıtlı seçmenlerin yüzde 33’ünün oyuyla (bu seçimde DP geleneği partilerinin oy toplamı yüzde 60,3 olmuştu) 1987’de de Özal’ın partisi ANAP tek başına iktidar oldu.
Özal için başbakanlık yeterli değildi, darbeci devlet başkanı Kenan Evren’in süresi dolunca, Turgut Özal bu göreve talip oldu ve seçildi. Ama bu süreçte partisini de güven altına alıp, yönlendirebilmeliydi. Kendine uygun adayı belirleyip, himayesinde ANAP’ın başkanlığını ona devrederek Cumhurbaşkanlığı koltuğuna taşınan Turgut Özal, bir süre sonra başbakan ve parti başkanını kontrol edemez oldu. Bu süreçte gündeme gelen 1991 seçimlerinde, ANAP iktidarını kaybetti.
Türkiye yeniden bir koalisyonlar dönemine girdi. Bu koalisyon dönemi biri CHP, biri de DP geleneklerinden gelen iki partinin ortaklığıyla başladı. Ve bu dönemde çok farklı yönlere doğru gelişti. Örneğin; çok sayıdaki faili meçhul cinayetleriyle, Sivas katliamında insanların diri diri yakılışıyla, özgürlük ve hak arayışlarının yaygınlaştığı ve mücadelelerin artışıyla anımsanabilecek bu dönem; aynı zamanda Özallı / Demirelli / Erbakanlı DP geleneği gruplarının çatışma ve yarışmalarının en üst noktaya çıkıp ardından da sonlandığı dönem olarak anılabilir.
Özal’ın ölümünün ardından Demirel cumhurbaşkanı seçilirken, lideri olduğu partisinin başına, Turgut Özal’ın yaptığı gibi kendi mutemet adayını geçirip, hem genel olarak siyaseti hem de Doğru Yol Partisi’ni (DYP) kontrol altında tutmayı amaçlamış olmalı ki, yeni bir siyasetçi yaratıp DYP’nin başına geçirdi. Ama hem 1995, hem de 1999 seçimlerinde Demirel’in partisi DYP, ne tek başına iktidara gelebilecek oy oranına ulaştı, ne de birinci parti olabildi. Buna karşın Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi (Milliyetçi Cephelerin Milli Selamet Partisi) DP geleneğinin İslamcı partisi olarak 1995 seçimlerini ilk sırada tamamlayan parti oldu. 1999 da ise Bülent Ecevit’in Demokratik Sol Partisi (DSP), CHP geleneğinin partisi olarak 1973 ve 1977’den sonra ilk kez seçimleri birinci olarak tamamlayıp, iktidar koalisyonuna liderlik yapma fırsatı buldu.
Önce büyük Marmara depremi, ardından 2001 ekonomik krizini yaşayan Ecevit başkanlığındaki DSP-MHP-ANAP koalisyonu seçim dönemini tamamlamadan seçim kararı alarak, 2002 yılında yapılan seçimlerle iktidarı AKP’nin tek başına kurduğu hükümete devretti.
O günden bugüne iktidarda AKP var ve artık parlamenter sistem de yok.
Pazartesi günü; sudaki kurbağanın encamına, altındaki ateşe ve içinde bulunduğu suya daha yakından bakarak yazı dizisine son nokta konmuş olacak. (ST/HK)