“Geleceği satın almak için geri kalan son sermayeleri olan geçmişi” kullananların romanı: Utanç.
İnsan yaşamaktan utanır mı? Kalabalıkların ortasında patlayan bombalar, konser salonunda taranan gençler, buzdolabında bekletilen ölüler, sokağa çıkma yasakları derken her haberle birlikte yaşamaktan utanır hale geldik. Ama bazıları hiç utanmıyor. Onca ölüme rağmen bir dakikalık saygı duruşunda bulunmayan, tekbir çeken “oh olsuncu”lar çoğalıyor ve nefret dili alabildiğine yaygınlaşıyor.
Salman Rushdie’nin politik romanı Utanç, yayımlanışından yirmi iki yıl sonra 2005 tarihinde Aslı Biçen tarafından Türkçeye çevrilmişti. Üzerinde fazla durulmadı; değil edebi yanı, Türkiye'deki politik gelişmeler açısından bile dikkat çekmedi. Oysa Adem'le Havva'nın cennetten kovulduklarında yaşadıkları ilk duygu utanç. Onlar utanır. Ölen kadın gerillayı çırılçıplak soyarak teşhir edenler, bir başkasını panzerin arkasına bağlayarak sürükleyenler, göz çıkarıp kafa kesenler utanmaz, hatta fotoğraf/video çekip yayımlar, dokunulmazlıklarını ilan ederler.
Yaşadığımız şiddet hakkında yazılanlara bakıyorum da, 3. Dünya savaşı çıktı mı, çıkmadı mı tartışmaları arasında, ölenler için kullanılan yaygın tanım şehitlik, yani şehit olmak. Toplumun her kesiminde şehitlik yüceltilerek hataların, kötü yaşam koşullarının sorgulanması engelleniyor, aksaklıkların üstü örtülüyor. Çünkü bu dünyada insanın değeri yok. Yaşamın kıymeti kalmadı. Utanmayı ara ki bulasın.
Her şeye rağmen nefes alıp veriyor, seyretmek zorunda kaldığımız vahşeti kavramakta güçlük çekiyoruz. Bu arada Salman Rushdie’nin Utanç'ını hatırlayıp tekrar okudum ve size de tavsiye etmek istedim. Utanma duygusunun kaybını, yaratılan şiddetin kökenlerine bağlar Rushdie. Psikiyatri dünyasında ise utancın kaynağı meselesi birbirinden oldukça farklı görüşler barındırsa da ortak yorum “utancın reddedilme ve aşağılanmayla ilişkili” olduğu üzerinedir.
Rushdie’yi Şeytan Ayetleri ve hakkında çıkarılan “katli vacip”tir fetvalarıyla tanıdık, oysa siyasi tavrı ya da zaman zaman magazinleşen kişisel hikayesinin yanı sıra önemli bir yazar. Batı edebiyat çevrelerinin 1960’larda özellikle Latin Amerika edebiyatı sayesinde tanıştığı “büyülü gerçekçilik” Britanya edebiyatında, Salman Rushdie ile kendini göstermişti. Bu tarzın ilk ve en önemli isimlerinden biri.
Salman Rushdie, ödüllü romanı Geceyarısı Çocukları'nda Hindistan'ı, hemen sonra kaleme aldığı Utanç'ta Pakistan'ı anlatır. Yazar, “politik roman nasıl olabilir”e mükemmel cevaplar verir. Yarattığı fantastik dünyalarda kendimizi, ülkemizi buluveririz.
Yazarının tanımıyla bir peri masalıymış Utanç! Üç kız kardeşin ortak ve babasız çocuğu, yani bir “piç”, kitabın kahramanı. On iki yaşında dış dünyayla ilk temasında analarının “ne olursa olsun, neyle karşılaşırsan karşılaş, asla utanç duyma” tembihini, eğitimini alan doktor Ömer Hayyam yalnızca utanmayı değil, mahcup olmayı, hicap duymayı, alttan almayı, tevazu göstermeyi ve benzeri duyguları da bilmez. Asla yüzü kızarmaz.
Pakistan’ın en çalkantılı döneminde, bu çalkantıların tam merkezinde bulunan iki aile Haydar ve Harappa ailelerinin (Muhammad Ziyaü’l-Hak ve Zulfikar Ali Butto) iktidar mücadeleleri özellikle kadınlar açısından ele alınır. Romanın içerdiği siyasi tarih boyutunu komediye, farsa, gösteriye çeviren yazar ara sıra dayanamayıp okurla doğrudan konuşur, düşüncelerinden bahseder. Henry Fielding'in dünya klasiklerinden sayılan Tom Jones'una selam gönderen bir üslupla, geleneğin oluşması, giderek kutsanması gözler önüne serilir.
İktidar çılgınlığına kapılan politikacılar, olgunlaşmamış gördükleri toplumun vasiliğine soyunan generaller ve delik deşik edilen bir demokrasi, hüzünlü bir ironiyle anlatılır. Bağnaz, saplantılı ve kibirli yöneticiler, hem Pakistan diyebileceğiniz, hem diyemeyeceğiniz bir ülkenin tarihi utanç duygusunun prizmasından yansıyanlarla gözler önüne serilir. Ayıp, rezalet, skandal ne ararsanız bulursunuz. Tanıdık karakterlerin konuşmalarını dinlerken, olayları okurken, kilit üstüne kilit vurulmuş saray yavrusunun odalarında dolaşırken hüzünlenebilirsiniz.
Sinemaya gitmenin bile siyasi bir eyleme dönüştüğü günler, boşa çıkan birleşme çabaları, şiddet eken bahçıvanlar ve her ne şekilde olursa olsun hayatta kalmaya çalışan insanlar, bölünmüş bir ordu, hiç de yabancı gelmez. Bazen gerçek hayattan örnekler vererek nükleer reaktör inşa eden ama bir buzdolabı geliştiremeyen sanayi programından, yasak yayınlar veya sözcüklerden, satın alınan hakimlerden, sadece yalan haber yaptıklarından emin olunabilen gazetelerden bahseder ki o zaman daha da tanıdık gelir anlatılanlar.
Cumhurbaşkanının ofisinde kılınan şükür namazları, sığınmacılar meselesi derken “Bir diktatör nasıl düşer?” diye soruyor, (s.282) Rushdie. Sanki karşımda oturmuş Türkiye'yi tartışıyoruz. Cumhurbaşkanının, elindeki gazeteleri sallayarak “bu sapıkları tutuklayın” diye bağırmasıyla irkiliyorum. Çarşaf giyip kaçanlar, suçunu itiraf etmesi beklenenler ise geleceğe dair umudumu korumamı sağlıyor. Ve onca şeyden sonra “Bence islam Bengaldeş sonrası Pakistan'da pekala etkili bir birleştirici güç olabilirdi, tabii bazıları onu fazlasıyla abartmasaydı...” (s.276) derken epeyce iyimser.
Boşanmak istedi, istemedi, çok konuştu, pembe giydi bahanesiyle öldürülen kadınlar, cinsel istismara uğrayan çocuklar, silah seslerinden uyuyamayan bebekler derken nereye baksak utanacak bir şey var; ancak hiçbir şey vicdanları harekete geçirmiyor, Dünya utanmayı bilmiyor. Kimse “Allah'tan korkmuyor.” Utanç; sahiplerinin pişman olmadıkları geçmişlerinin molozlarıyla kirlenmiş durumda. Yine de gözümüzü hınç, intikam ya da bedel ödetme isteği bürüyecek olursa insanlığımızı yitirir, tereddüt etmeden can alan kirlenmişliğe alet oluveririz. Çünkü eylemlerin esas amacı, kaos yaratmak. Bu dünyada bir şey kazanmayı amaçlamıyor eylemciler. Cennet düşlerine kanıyor. Tek hedef kaos yaratmak ve yaratılan kaosu sürekli genişletmek. Terörist kelimesi bu eylemleri nitelendirmek için yeterli değil. Geldiğimiz aşamada “Terörün dini, imanı yoktur” sözünün, içi boş bir savunma hamlesi olmaktan başka anlamı kalmadı. İktidarı elinde tutanlar, dini argümanları işlerine geldiği gibi kullanıyor. Abluka altında yaşıyoruz.
Salman Rushdie “şerem: üç harf şın, re, mim... utancın tüm nüanslarını içerir” diyor kitabında. Gizemli, büyülü rengarenk satırlar. Ve her sayfayı çevirdiğinizde Türkiye'nin Pakistan'a ne kadar çok benzediğini düşündürüyor. Tavsiye ederim. (AB/AS)