Bir zamanlar Yugoslavya-İtalya sınırının ikiye ayırdığı Gorizia/Goriça, Slovenya'nın bağımsızlığını ilan edip Avrupa Birliği'ne girmesiyle paranoyanın verdiği enerjiden yoksun, sıkıcı bir taşra gibi göründü gözüme ilk anda.
Avusturyalılar'ın Görz dedikleri ve yönetimleri sırasında komşu Trieste gibi şaşaalı bir imparatorluk merkezi haline getirdikleri bugünün kasaba kılıklı şehri, İtalyan devletinin adeta gözden çıkardığı, iş imkânlarının iyice azaldığı, genç nüfusun kaçarak terk ettiği bir yaşlılar cenneti kıvamında.
Tren istasyonundan merkeze doğru giden geniş cadde, sağlı sollu gösterişli dönem villalarıyla asilzadelerin sayfiyesi görünümünde olsa da içinde hayat emareleri görebilene aşk olsun!
Friuli Venezia Giulia'nın İtalya'daki en kaliteli şarabın üretildiği bölgelerden olduğu düşünülürse, villa sahipleri Alplerin Adriyatiğe kavuştuğu ılıman iklimli tepelerindeki çiftliklerini tercih ediyor olabilirler. Aslında Belediye Başkanı kasabaya hareket katmak için merkezdeki ana meydanın restorasyonuna yeni girişmiş, aylar süren çalışmalardan sonra burada nispeten şiddetsiz esse de, Sibirya rüzgârı bora yeni takılan devasa aydınlatma toplarının yüzde 80'ini yere sermeyi başarmıştı.
Şehrin kenarından akan İsonzo nehri memleketin kurtuluş savaşında kanlı çarpışmalara sahne olarak destan yazmış, oysa bu yıl ülke çapında 150'inci yıldönümü kutlanan İtalyan Birliği, Gorizia'da da Kuzeyin Güneyden ayrılmasını isteyen ayrılıkçılarla geleneksel milliyetçileri karşı karşıya getiriyordu.
Devasa bayraklar meydanlarda dalgalandırılmaya başlandı, Görz'e tepeden bakan kalesi geceleri bayrak renginde ışıklandırıldı, bölgenin başşehri Trieste'nin tarihî fenerinden sarkıtılan bayrak ise sözkonusu bora yüzünden kısa zamanda parçalandı, ama olsun, tamir edilip tekrar dalgalandırılmak üzere toplandı.
Sınır bölgelerinde daima ayakta tutulan milliyetçilik unutulmamalıydı; pencere ve balkonuna kırmızı, beyaz, yeşil bayrağı asanlarla asmayanlar arasında gerginlikler oluştu, Almancanın ana dil olarak konuşulduğu özerk Valle d'Aosta bölgesinin yöneticileri sözkonusu kutlamayla ilgileri olmadığını açıklayınca tüm memleketten homurtular yükseldi.
Kendi dilini konuşmak bir lüks mü?
Oysa ben, dün akşam tesadüfen tamamı kadın olan personelin hizmet ettiği rustik bir restorana girip hepsinin Sloven olduğunu anlayınca Ljubljana usulü şnitzelimi sanki daha da afiyetle yedim.
"İnsanların kendi dilini başı dik, yüksek sesle konuşabilmeleri ne güzel, yoksa bir lüks mü?" diye düşünürken biramı yudumluyordum. Hadi Ermeni ve Rum meyhanecileri geçtik, tamamı Kürt kadınların işlettiği bir kebap dükkânı olsa... senape*? Aynı hissiyatı aslında birkaç ay önce Trieste'deki Sloven tiyatrosunda edinmiş, Ljubljana'dan gelen kadınlar korosunun seslendirdiği marşın birinde tüm seyirciler ayağa kalkıp hep bir ağızdan şevkle okumaya başlayınca dediklerini anlamasam da onlara katılıp duruma alet olmaktan zevk almıştım.
Gel gör ki Goriça'nın Verdi Tiyatrosunda yemek sonrası beni bekleyen program yumuşacıktı. Can sıkıcı tercümanlık işi için geldiğim taşrada gönlümü eğlendirmeye karar vermiştim bir kere. Lula hükümeti sırasında Brezilya'nın Kültür Bakanı olarak görev alan Gilberto Gil'in politik olarak ne başardığını bilmesem de geceme bir güneş gibi doğduğu kesindi.
Sahneye önce gitarıyla yalnız çıktı, sıcacık bir tropikalist esintiden sonra oğlu Bem karşımıza çıkınca önce babasının yanına gitti, eğildi, yanağından öpüp yerine öyle oturdu, aynı bizimkiler.....!
İkisine dünya çapındaki viyolonsel ustası Jaques Morelenbaum da katılınca keyfimize diyecek yoktu, soğuk Kuzeydoğulu İtalyanlar bile havaya girdi, Gilberto hepimize şarkı söyletmekle kalmadı, çığlıklar attırarak özümüze bir yolculuk yaptırdı. Bir sürü kız evladının arasından sadece tekinin kendisinden özel bir şarkı bestelemesini istediğini söyleyip, sözkonusu vesileyle yazdığı parçayı bizimle paylaştı; oğlunun annesi için yazdığı da cabası.
Baba oğul gitarlarını tatlı tatlı tıngırdatırken viyolonsel, devasa memleketin her yerinden fışkıran çeşit çeşit ritmlere oda müziği asaleti katıyordu.
Güney Amerika'dan gezegenimize yayılan umut dolu hava, ilahlarını İtalya'nın her yerinden dinlemeye gelen soydaş hayranlarının Portekizce haykırışlarında sanki ifade buldu, belki de bana öyle geldi ama, böyle taşraya can kurban dedirtti! Darısı başımıza.
Çam fıstıklı dondurmamı yalayarak pansiyonuma dönerken iki dilli yol levhaları adeta bana göz kırpıyordu. (RL/AS)
* İtalyanca hardal