Yaşar Amcacığım,
Nasılsın, iyi misin? Biliyorum, senin şu anda olduğun yer düşünüldüğünde bu sorum fazlasıyla komik kaçsa da bugüne kadar sana yazdığım mektuplara nasıl başladıysam bu mektubuma da öyle başlamak istedim.
Nasıl, çok ağrın var mı? Ya da çok hissediyor musun? Umarım hiçbir şey hissetmiyorsundur ve bu süreç mümkün olduğu kadar acısız ağrısız son bulur.
Beni soracak olursan aslında iyiyim, her şey yolunda da, işte, bugünlerde biraz hüzünlüyüm. Özellikle de şu içinde bulunduğumuz son birkaç gündür seninle ilgili gelen haberler beni gerçekten çok üzüyor. Pek çaktırmıyorum, hatta ne kadar duygusal olduğunu bildiğin babama da destek olmaya çalışıyorum ama yalan değil çok üzülüyorum. Belki senin bugüne kadar hiç hasta olduğunu görmediğim, belki de seni hep kocaman, dev gibi görmeye, gür sesli duymaya alıştığım için. Bugün yine hastaneden yoğun bakıma kaldırıldığın haberleri geldi. Gelmeye de devam ediyor. Oysa daha geçen gün hastaneye geldiğimde durumun bugünkü kadar ağır değildi.
Sana komik gelecek ama her insan gibi ben de annem ve babamın ölebileceğini düşünmüş, kafamda onların cenazelerini nasıl kaldıracağımı kurgulamıştım ama senin ölebilme ihtimalini dahi aklıma getirmemiştim. Ta ki bugün gelene kadar... Demek “devler de faniymiş”, Yaşar Amca!
Yine sana bunları yazarken farkediyorum ki senin ölebilme ihtimalini kabul etmek bana, benim hayata dair bugüne değin görmediğim bir tarafını hissettiriyor. Kim bilir belki de bu sefer çocukluğum gerçekten bitmiştir ve artık doğduğumdan beri hayatımda olan, sadece cüssesiyle değil kalbiyle de dev gibi olan bir insana veda etmenin zamanı gelmiştir.
Veda etmek zordur derler. Açıkçası bilmiyorum ama veda etmeyi, veda edemeden kaybetmeye tercih ettiğimi biliyorum. O yüzden sana, Yasar Amcam’a ya da bizim kendi aramızdaki ifademizle “dedeme” kendimce en güzel şekilde veda edeceğim.
Seninle ilgili ilk anımı hatırlamaya çalışıyorum ve aklıma ilk gelen anıdan ziyade Basınköy’deki evin görüntüsü oluyor. Hani şu en üst kattaki, duvarında kocaman bir Sabahattin Eyüboğlu tablosu olan ev. Oldukça küçüğüm herhalde, muhtemelen henüz okula filan da gitmiyorum çünkü senin daha o zamanlar Türkiye’de hiç bulunmayan rengarenk kağıtlarından bana resim yapmam için verdiğini hatırlıyorum.
Bahçe katındaki eve geçtiğinizde ise artık büyüktüm, Ste. Pulchérie’ye gidiyordum. Thilda nasıl da mutlu olmuştu Fransızca öğreneceğim ve onunla Fransızca konuşacağım diye. Fransızca konuşmak iyiydi de, Fransızcanın acı çektiren dilbilgisini, çekim kuralına uymayan binlerce daha fiil çekimlerini öğrenmeye debelenirken hiç tavizsiz benimle Fransızca konuşması her gelişimde yüreğimi pırpır ettiriyordu. O evde de en çok salonu ve de İngilizce Ana Britannica’ların yanında duran tekli koltuğu hatırlıyorum. Sen köşedeki kütüphanenin önündeki masanda, annemler de koltuklarda sohbet otururken ben de o tekli koltukta oturmayı, ansiklopedileri okumayı seviyordum. Bu arada, evet haklısın, hala gidip de o İngilizce Ana Britannica’ları almadım; almam lazım, biliyorum, gidip alacağım.
Üniversiteye gittiğimde ise neredeyse Jülide ve Fahri kadar mutluydunuz benim için. Ne de olsa Fransa’da okuyacaktım, sosyoloji okuyacaktım.
Hatırlıyorsun değil mi Fransa’dayken size yazdığım mektupları? Anfide sıkılıp da dinlemediğim derslerde yazdığım mektupları... Hatta öyle ki bazen ders notlarının üzerine yazıyor, böylece Thilda’yı “aslında tembellik etmediğime” kendimce inandırmaya çalışıyordum. Ne günlerdi değil mi?
O günlere dair beraber en eğlenceli anımız ise herhalde senin Frankfurt’ta Alman Yayıncılar Birliği’nin büyük ödülünü aldığın gündü. Kilisedeki ciddi ve soğuk törende yanımda oturan ve benim sonradan kendisinin Alman kültür bakanı olduğunu öğrendiğim kişinin seni nereden tanıdığımı sorduğunda “dedem” dediğimdeki şaşkınlığı ile ben Strasbourg için dönüş yoluna geçtiğimde senin gerçek bir dedenin torununa bayram harçlığı vermesi gibi babama söylemeden ceplerimi doldurman, yalan değil benim açımdan gerçekten müthiş eğlenceliydi.
Keşke sen yataktan kalksan da yaşadığımız onlarca keyifli anıyı konuşsak, yenilerini yaşasak. Ama artık zor değil mi Yaşar Amca? Biliyorum, böyle bir şey olmayacak.
* * *
Yaşar Amcacığım,
Bu mektuba Ocak ayında senin ilk hastaneye kaldırıldığın günlerde başlamış, sonra mucizenin gerçekleşmesini beklercesine yazmaya ara vermiştim. Kim bilir “belki mucize gerçek olurdu”. İnsan, işte, kendini kandırmayı seviyor. Olmadı zaten mucize filan. Az önce haber geldi. Nedense hiç olacağına ihtimal vermediğim şey olmuştu, sen ölmüştün. Tıpkı diğer insanlar gibi, tüm faniler gibi. Gerçekten çok üzgünüm, ifade de edemiyorum zaten. Sadece seni çok sevdiğimi ve bize, üçümüzün hayatlarına kattığın değerler için teşekkür ettiğimi bil.
Son not: Merak etme, Ayşe’ye de söylediğim gibi tezi yazmaya başladım. Çok uzatmadan bitireceğim.
Torunun Ayşecan (AA/HK)
* Fotoğraf: Erhan Sevenler 2008 - İstanbul/AA