Ey dünyanın tüm acılarını
Ezilenlerin tüm sorunlarını
Dizeleştiren Nazım.
Senin gibi çoğaltıcı bir sese
Ve kapsayıcı bir yüreğe ihtiyacı var
Bugünkü kesif yalnızlığın.
Yine bir Haziran vaktindeyiz. Haziran’ın ölümsüzleri olarak bildiğimiz Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i ve Ahmed Arif’i 2013 Haziran’ında bu kez toplumsal bir nehre dönüşmüş halkın eyleminin içeriğinde, anlam ve estetiğinde ortaklaşmış halde gördük. Romanlara, şiirlere konu olan ezilenler, sokaklarda buluşmuştu; bir kez daha görüldü ki sokaklar en çok onlara yakışıyordu. Geçmişten miras aldıkları koşullar içinde kendi tarihlerini yazan kitleler, bir taraftan barikat kurup dövüşüyor, diğer taraftan komün kurup geleceğin düşsel tasarımını soyuttan somuta indiriyordu.
Yine bir Haziran vaktindeyiz; yine yaşamı ve kavgayı Nazımca anlayarak yol alma zamanı. Tüm gölgelere rağmen iyimser olabilme, gölgelerin olduğu yerde ışığın varlığının söz konusu olduğunu anımsama ve yüzünü ışığa dönme zamanı.
Tutsaklıktan özgürlük damıtan Nazım, 16 Nisan’dan sonra ihtiyacımızın arttığı bir yöntemi hayatına içerenlerden biridir; bu yöntem, aynı anda hem ışıktan hem gölgeden, hem acıdan hem sevinçten, hem yalnızlıktan hem toplumsallıktan haberdar olmak ve bu olguların toplamından negatif sonuç çıkarmayacak bir duruşa sahip olmaktır.
Dünyanın Küba gibi Sovyetler Birliği gibi ülkelerindeki toplumsal coşku karelerini de emperyalizmin sebep olduğu acı, hüzün ve gözyaşını da şiirlerine konu edinen, “kalbimin yarısı burada ise doktor/diğer yarısı Çin’dedir” diyen, “Çok uzakta bir yıldızla kalbim atıyor” dizesini üreten Nazım, aynı zamanda enternasyonalist bir kavganın militanıydı. Bu duruş, giderek küresel boyutlar alan ve bölgemizi yangın yerine çeviren emperyalizme karşı tavır alış için de bir kılavuz niteliğindedir.
Nazımca anlamak gideni ve gelmekte olanı
Bugün olmasa da kesintisiz bir mücadele ile bir gün mutlaka, kötülüğün ve karanlığın temsilcilerini tarihte hak ettikleri yere gönderirken, Nazım’ın sözlerinde “gideni” olduğu kadar “gelmekte olanı” da anlamak ve o müthiş bahtiyarlığı yaşayıp bugünden alternatifi somutlamak mümkün.
Ancak bu, memleketin bugünkü koşullarında kolay görünmüyor. Nazım’ın ta yıllar öncesinde “nasıl üzülmem düşündükçe halini memleketin” dediği durumun, güncellenerek daha da kapsam büyütmesi gerçekliği ile karşı karşıyayız. Kapitalizmin bozucu ve çürütücü etkisini hemen her alanda görmek mümkün.
Bir taraftan Ortadoğu’da yeni bir NATO (İslam NATO’su) kuruluyor, bölge silah deposuna dönüştürülüyor, diğer taraftan din, popüler kültür ve çıkar ağıyla kitleler uyuşturularak alternatifin değil bu tasarlanmış cinnetin bir parçası haline getiriliyor. Ve Nazım’ın “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesi” dediği ülkemiz, bugün artık Akdeniz’inde de Karadeniz’inde de savaş donanmalarının cirit attığı, topraklarında işgal oranının çoğaldığı, AKP eliyle, yasal biçimde parsellenip satıldığı yeni sömürge bir ülkedir.
AKP eliyle adım adım oluşturulan tablo, Nazımın vaktinde Adnan Menderes için söylediklerini anımsatıyor: “Yüz Türkiye olsa/ elinizden de gelse/ yüzünü de zincire vurur/ yüz kere satarsınız.”
Nazım’ın imkânsızlıkla ilişkisi
Nazım’ın imkânsızlıkla ilişkisi “gerçekçi ol imkânsızı iste” diyen Che’nin ilişkisini anımsatır niteliktedir. Örneğin, “...sende ben imkânsızlığı seviyorum fakat asla ümitsizliği değil...” dizeleri, aşk bağlamında da mücadele bağlamında da Che kokar. Sevgilide imkânsızlığı sevmek nasıl ki doğanın bedenleşmiş biçimi olan insanda derinleşme, bir ülkede yol alır gibi yol alma ve değerlere ulaşıp dokunma şansı veriyorsa, aynı paylaşımda/yolculukta ümitsizliği yenme, zoru başarma şansı verir.
Şimdi, ülkede “normal” diye dayatılan anormallikler, giderek kapsam büyüten imkânsızlıklar karşısında Che geleneğiyle imkânsızı istemek en uygun, en gerçekçi duruşlardan biridir. Bu, aynı zamanda sanatın yaratıcılığı ile kavganın ihtiyaçlarını aynı perspektife sığdırabilmeyi gerektiriyor. Çünkü Ernst Bloch’un da belirttiği gibi sanat, öte dünya yerine bu dünyayı “sonsuz” görmeyi sağlayan bir perspektif açar; sonsuzluk ise mümkünü genişleten veya imkânsızı imkânlı kılan bir ufuk sunar.
Sen yanmasan ben yanmasam…
İçinden geçmekte olduğumuz süreçte en sık rastlanan olgulardan biri, sol içi ayrışmaların yoğunlaşması ve fark belirtici hatların kalınlaşması ise; bu, faşizme karşı mücadelede içsel bir probleme işarettir.
Bugün faşizmin başarısı, karşıtlarını parçalayabilme kabiliyetinden geçiyor. Bu koşullarda, farkların parçalanma değil yöntemde zenginlik üretebilmesi, aynı zeminde ortaklaşmak ve gerektiğinde beraber “yanmak” için olmazsa olmaz önemdedir.
Şimdi, karanlıkseviciliğin ve karartıcılığın yaygınlaştığı bu tarihsel anda, nasıl da uygun düşüyor Nazım’ın “Sen Yanmasan, Ben Yanmasam, Biz Yanmasak Nasıl Çıkar Karanlıklar Aydınlığa?” sözleri.
Nazım, aynı zamanda gecenin karanlığında güneşi penceresine çizebilenlerdendi. Bu nedenle, tutsaklığı bir üretim ve özgürleşme alanına çevirdi, parmaklığı da betonu da yendi, betondan genelgelere üstün geldi. Bütün bir ülkenin hapishaneye, F’nin bir rejime dönüştüğü bu koşullarda, Nazım’dan miras nitelikler ve direnç dersleri daha da önem kazanıyor.
“Gebedir her sükût bir yükselişe”
Bugün bir taraftan geleceğin kavgasını verirken diğer taraftan alternatif bir toplumun gerektirdiği yeni insanın niteliklerini tartışıyoruz. Georg Lukacs’ın deyimiyle devrimci sanat, bu nitelikleri bulup çıkarma amacını güder. Bir başka örnek olarak Enver Gökçe’nin “Gerçek sanatçı, pazarlıkların, kuşkuların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da…” biçimindeki sözleri, bugünün bütün bir toplumu aynı pazarda buluşturan, değerin yerine fiyatı hâkim kılan, toplumsallığı bireycilikle bastıran meta ve mülkiyet eksenli yabacılaşmış ilişkilerinin panzehiri niteliğindedir.
Sosyalizmi soyuttan somuta taşımakta zorlandığımız ve çocuklarımızın istismar aracı haline getirildiği şu koşullarda Nazım, anlaşılır günlük dille çeşit çeşit ifade ederken sosyalizmi, son olarak “ve hepsinden önemlisi/Çocukların ama bütün çocukların/Kırmızı elmalar gibi gülüşü…” olarak tanımlar ya bu tek başına yeter, bugün dayatılmakta olan Ensar rejiminin kötülüğünü ve sosyalizmin güzelliğini anlatmaya.
Belki bugün umut zayıf düşürülmüş, toplumun önemli bir kısmı susturulmuş durumda ama bu tek başına zalimi muzaffer kılmaz. Haksızlık üzerine bina edilmiş düzenin varlığı sonuna dek devam etmez. Sonuçta kaçınılmaz olarak, “çocukların motorları maviliklere süreceği” ve “Hürriyetin ekmeğimizde tuz, kitabımızda söz, ocağımızda ateş olacağı” güzel günler de gelecek.
2013’te nasıl ki yaprak kımıldamazken bir anda toplumsal nehir, muktedire korku salacak bir debiyle şarıldadıysa, 16 Nisan’da devletin imkânlarıyla donanmış “evet”e halkın “hayır”ı üstün geldiyse, aynı şey bugün de mümkün, çünkü “gebedir her sükût bir yükselişe.” (MY/NV)