Askerliğini 90’larda “Güneydoğu”da yapmış erkeklerin dillenemeyen, paylaşılamayan hikayelerini ilk dinlemeye başladığımda 27 yaşındaydım. Çoğunun yaşı benden küçük, ruhları ise derinden yaralı ve “yaşlı”ydı. Onlar anlatmakta, ben dinlemekte zorlandım.Boğazımız düğüm düğüm önümüze bakarken bulduk çoğu zaman kendimizi.
Ardından Nadire Mater’le tanıştım. Benden önce başladığı ve çok farklı kesimlerden erkeklere kulak kabarttığı zorlu çalışmasını bitirmek üzereydi. 1999’da Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor (Nadire Mater, Metis, 1999) çıktığında satır satır okudum.
Dinlemek kadar olmasa da bu hikayeleri okumak da zor, çok zordu. Kitapla ilgili birkaç akademik yazı yazdıktan sonra, annemin de desteğiyle, İngilizce çevirisine giriştim.
Her bir yazı, her bir anlatının çevirisi uykusuz geceler ve kabuslar demek oldu. “Mehmetçik”lerin hem askerlik deneyimlerine dair tanık, mağdur ve fail olarak aktardıkları, hem de sonrasında kendi özel hayatlarında yaşadıkları hazmedilecek cinsten değildi.
Ne onlar yirmili yaşlarında üzerlerine bindirilen bu ağır yükü yaşamayı hazmedebilmişlerdi, ne de ben otuzuma girerken aktarabildikleri kadarını okumayı hazmedebiliyordum.
Bir yandan ülkenin Batı’sından Doğu’suna savaşmaya gönderilen gençlerin bedenen, ruhen parçalanma hikayelerini okurken, bir yandan da Doğu’da çocukluğunu, gençliğini geçirenlerin, Doğu’dan Batı’ya göç ettirilenlerin akıl almaz, yürek kaldırmaz hikayelerini dinliyordum.
İlerleyen yıllarda bu dönemin türlü acılarını bedenlerinde ve ruhlarında taşımaya devam eden kadınların hikayelerine kulak kabarttım, yaşadıkları acılarla demlenmiş, derinleşmiş, bilgeleşmiş mücadelelerinden hayat dersleri aldım.
Ve tüm bunları konuşarak, yazarak paylaşmaya; savaş, şiddet ve militarizmin geçmişimizi ve bugünümüzü nasıl şekillendirdiğini anlamaya, nesiller boyu aktarılan travmaların izlerini takip etmeye, bedellerini göstermeye çalıştım.
Üniversiteyi bu zor soruların sorulabildiği, araştırılabildiği, tartışılabildiği bir alan olarak gördüm, ve ne mutlu ki kendisini akademik özgürlükler ekseninde tanımlayan bir üniversitenin mensubu olarak 15 yıldır böyle deneyimledim.
Kendi üniversitem dahil, üniversitede öğretim üyesi olmakla ilgili beni en zorlayan zamanlar kadın öğrencilere başörtüsü yasağı uygulanan yıllar oldu. Soruşturma açılmasını göze alarak öğrencilerimden başörtülerini çıkarmadan dersime girmelerini rica ettiğimde “ne sizi zor durumda bırakmak, ne de arkadaşlarımızın tepkilerine muhatap olmak istiyoruz” diyen öğrencilerimin utangaç, hüzünlü, yılgın bakışları karşısında yerin dibine geçtim.
Derslerimde bu konuyu işlemek, bu durumdan ne kadar utanç duyduğumu paylaşmak, ve bu yasağın kalkması için her türlü çabayı desteklemek dışında elimden bir şey gelmedi.
Bu yasak yüzünden okuyamayan, yurtdışında veya İlahiyat fakültelerinde okusalar, doktora yapsalar dahi uzun yıllar öğretim üyesi olamayan tüm kadınlar, Türkiye üniversite camiasına hâlâ bakmakta zorlandığımız aynalar tutmaya devam ediyorlar.
Keza, aynı yıllarda Kürtçe eğitim talebinde bulundukları veya siyasetle ilgilendikleri için üniversiteden uzaklaştırılan ve eğitim hakları türlü yollarla ellerinden alınan veya ilgilendikleri yakıcı konular “tabu” olarak algılandığı için bu konularda tez yazmaları, iş bulmaları, doçentlik ve profesörlük almaları engellenen yüzlerce, binlerce öğrenci ve akademisyen de.
Biz daha bu aynalara bakmaya zorlanırken - belki tam da bu yüzden - 2016 itibariyle onlara yenileri eklendi. Ocak başından bu yana üniversite tarihimizin dönüm noktalarından birini yaşadığımız açık.
Bir yandan Türkiye tarihinin belki de en geniş katılımlı öğretim üyesi dayanışmasına (ve ortak sözüne), bir yandan da “cadı avı” olarak tanımlanan büyük bir akademik kıyıma ve yıkıma tanıklık ediyoruz.
Üniversitede yaşanan bu yıkım tabii daha genel bir yıkımın parçası. Temmuz başından bu yana yaşadığımız şiddet sarmalı yüzlerce cana maloldu. İnsan hakları örgütlerinin, baroların Cizre, Sur, Silopi raporlarını, sosyal medyada ve sayıları gittikçe azalan bağımsız gazete ve web sitelerinde yazılanları okumak yürek istiyor. Okurken “bu kadar da olmaz, bir yanlışlık olmalı burada” dediğimiz her şey ertesi gün neredeyse masum kalıyor.
Bu süreçte toplum olarak, vatandaşlar olarak, bu konularda ders veren, araştırma yapan üniversiteliler olarak yapamadıklarımızın listesi hayli uzun.
En temel insan hakkı ihlallerine fark yaratacak bir tepki veremiyoruz; bombaların patlamasını engelleyemiyoruz; bu kaygı verici şiddet sarmalını kıracak adımlar atamıyoruz; konuşarak, paylaşarak, dayanışarak barışı kurduğumuz bir siyaset alanı açamıyoruz.
“Genç” olamayan, geleceğe umutla, heyecanla bakamayan öğrencilerimizin “hocamız acaba haftaya da derse gelebilecek mi?” diye soran kaygılı gözlerine bakmakta zorlanıyoruz. Bir çıkış görmekte ve göstermekte zorlanıyoruz.
Bazı meslektaşlarımızın savcı rolüne bürünüp fantastik bağlantılar ve varsayımlarla yazdıkları iddianame duygusu veren yazıları kendimize de başkalarına da açıklayamıyoruz.
Kendini “dünya üniversitesi” olarak kurgulayan üniversitelerin dahi üniversite vasıflarını, akademik özgürlük ve temel ifade özgürlüğünü hiçe saymalarına, hukukçular tarafından yasal bir dayanağı olmadığı söylenmesine rağmen soruşturma başlatmalarına, yıllardır kendilerine emek vermiş akademisyenleri işten çıkarmalarına tanıklık etmenin ötesine geçemiyoruz.
Avukatların dahi hukuki düzlemde algılayamadıkları, hukuki bir tavsiyede bulunmakta zorlandıkları bir garip dava sürecinden geçiyoruz ve bunu en başta öğrencilerimize açıklamakta zorluk çekiyoruz. 2 bin 200’den fazla akademisyenin imzaladığı bir metin için dört meslektaşımız evlerinde sevdikleriyle, üniversitede öğrencileriyle olmaları gerekirken dört duvar arasında aşağılayıcı muamelelere tabi tutulur, özgürlüklerinden mahrum bırakılırken, “neden biz değil de onlar?” sorusu peşimizi bırakmıyor.
Ve her gün insanlar ölüyor, kadim şehirler yıkılıyor. Gün geçmiyor ki evlatlar, kardeşler, sevgililer, babalar, anneler için yakılan ağıtlar yakmasın içimizi. Neden ölüyor bunca insan? Neden bize daha fazla ölüm dışında bir seçenek sunulmamasını “normal” karşılamamız, bazı ölümleri “şehadet” adı altında kutsamamız, bazılarını “intikam” diyerek kutlamamız, bazılarını ise görmezden gelmemiz bekleniyor?
Neden - aynen 1990’larda olduğu gibi – asker ve polis cenazeleri orta-üst sınıf mahallelere veya siyasetçilerin evlerine değil de yolu, sıvası dahi olmayan tek göz evlere geliyor hep?
Bugünlerde aklıma bir yandan Mehmedin Kitabı düşüp duruyor, bir yandan da 90’ların “öteki” gençlerine ayna tutan Bildiğin Gibi Değil: 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak kitabı (Rojin Canan Akın ve Funda Danışman, Metis, 2011) ve Bûka Baranê belgeseli (yön. Dilek Gökçin, Hafıza Merkezi). Aynı zamanda, her ikisi de Ayizi tarafından yayınlanan, kadınlara dair iki kitap hep aklımda, içimde: Savaşın, militarizmin, OHAL’in kadın hallerini en ağır şekilde deneyimlemiş Nebahat Akkoç ve çocuklarının katman katman acı ve mücadele barındıran hikayelerinin anlatıldığı OHAL’de Feminizm: Nebahat Akkoç Anlatıyor (Ceren Belge, Ayizi, 2012) ve zorunlu göçe zorlanan Kürt kadınlarının zorlu hayatta ve ayakta kalma deneyimlerinin anlatıldığı Ne Değişti? Kürt Kadınlarının Zorunlu Göç Deneyimi (Şemsa Özar, Handan Çağlayan, Ayşe Tepe Doğan, Ayizi, 2011).
90’lara dair yazılmış onlarca insan hakları raporunu ve akademik araştırmayı okumamış olabilirsiniz. Ama - eğer zaten bu deneyimler sizin deneyimleriniz değilse - bugün yaşananlarla ilgili herhangi bir yargıda ve önermede bulunmadan önce en azından bu kitapları okusanız, 90’lı yıllarda Gever/Yüksekova’da çocuklukları, gençlikleri ellerinden alınmış Bûka Baranê gençlerine kulak verseniz ne iyi olur.
“Bu suça ortak olmayacağız! / Em ê nebin hevparên vî sûcî!” diyen akademisyenlerin nasıl bir gidişatı engellemeye çalıştıkları, bu gidişatın her birimize ayrı ayrı yaşatacağı bedeller, karartacağı hayatlar bu hikayelerde saklı.
Dünyanın çok farklı dönemlerine ve coğrafyalarına bakan tarih ve sosyal bilim çalışmaları, şu anda izlenen türden politikaların doğurduğu vahim sonuçların, toplumun her kesiminde yarattığı derin travmaların örnekleriyle dolu.
Bu gidişatın yönünü değiştirmek, ibreyi savaş naralarından barış için atılacak adımlara çevirmek hepimizin elinde, hepimizin sorumluluğunda. Ölümleri ve öldürmeyi kutsamak (bunu her kim her ne gerekçeyle yapıyorsa) yalnızca daha fazla ölüm, daha fazla travma, daha fazla şiddet, daha fazla acı getirecek. Bunu dünya tarihinden de Türkiye tarihinden de biliyoruz.
Başka bir Türkiye’nin (ve dünyanın) yolu dört elle yaşama sarılmaktan, yaşamı ve yaşatmayı savunmaktan, hayatın her alanında barışa alan açmaktan, ölümle değil yaşamla kutsandığımız bir gelecekten geçiyor.
12 Ocak’ta “Bu suça ortak olmayacağız! / Em ê nebin hevparên vî sûcî!” metnini neden imzaladığımı anlatmaya çalıştığım yazıda şöyle demiştim:
“Biz akademisyenler bir anlamda bir ‘çığlık’ta buluştuk: Ölümler, şiddet ve savaş üzerine kurulu bir yıkım ve özyıkım sürecinin suç ortakları olmak istemediğimizi haykırdık. Birlikte adım atması belki de en zor kişiler olarak kalıcı barış için ortak adımlarımızı sıklaştırmak, çeşitlendirmek istediğimizi duyurduk.
“Bu yol daha çok söz, daha çok adım kaldıracak şüphesiz. İlk yapılması gereken silahların susması; ablukaların, yasakların kalkması; insanların konuşmaya, sivil siyaset alanının gökkuşağı renklerine bürünmeye başlaması.
“Bu yolculuğun yönünü hemen şimdi barışa doğru çevirmek için her birimiz hangi adımları atabiliriz? Önümüzde duran acil soru bu…
“Durduğumuz ve sustuğumuz takdirde kendimizi nerede bulabileceğimizi düşünmek dahi istemiyorum…”
Hayatı çoğaltmanın, barışı ilmek ilmek örmenin, içimizi ve birbirimize değdiğimiz her alanı gökkuşağı renklerine büründürmenin arayışında buluşabiliriz. Aslında bu hiç zor değil…
Sevgili arkadaşlarımız Esra Mungan, Meral Camcı, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy’un bir aydan uzun bir süredir tutuldukları yüksek duvarların, tellerin arkasından bize ulaşan sıcacık sözleri de gösteriyor ki hayatı ve barışı çoğaltmak her yerde, her ortamda mümkün. Bakırköy’ü, Metris’i, Silivri’yi gökkuşağı renklerine boyayan arkadaşlarımızın güzel yürekleri hepimizin yüreğini aydınlatsın, onlarla birlikte yolumuzu barışa açmaya devam edelim.
Bağımsız olamazlarsa işlevlerini yitirecek olan kurumların - en başta yargı, üniversite ve medyanın - yoğun bir sansür ve otosansür altında bağımsızlık fikrinden ve pratiğinden giderek uzaklaştıkları bir dönemden geçiyoruz.
22 Nisan Cuma günü Çağlayan’da iki tarihi dava görülüyor olacak. Birincisi, Can Dündar ve Erdem Gül’ün yargılandıkları basın ve ifade özgürlüğü davası, ikincisi de Esra Mungan, Meral Camcı, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy’un 2 bin 212 kişi adına tutuklu yargılandıkları ifade özgürlüğü ve barış hakkı davası.
Bütün dünya ve bütün Türkiye bu davaları izliyor olacak. Bizler de arkadaşlarımızı evlerine ve sınıflarına uğurlamak üzere bütün gün Çağlayan’da olacağız.
20 Ocak’ta Barış İçin Akademisyenler adına yapılan basın açıklamasında dendiği gibi:
“Barış İçin Akademisyenler olarak, savaştan ve ölümden değil, barıştan ve yaşamdan yanayız. Yaşanan her ölüm için derin bir üzüntü duyuyoruz. Barış koşullarının sağlanmasını vatandaşı olduğumuz devletten talep ediyoruz. Ülkemizde herkesin kendini güvende hissettiği koşulların yerleştiği güne kadar bu yönde çaba harcamaya devam edeceğiz.”
Yaşamı savunmaya, barışı örmeye hep birlikte devam etmek dileğiyle... (AA/ÇT)