"Sinema hayatın içinde gizliymiş..."
"Bugüne kadar sinemayı bu kadar sevmemin nedeni; kendi duygularımı, hayata dair fikirlerimi en rahat yansıtabileceğimi düşündüğüm sanat dalı oluşuydu. Öyle ki beyazperdede gerçek hayatta görmediklerinize-göremediklerinize bile tanık olabiliyordunuz, böyle büyülü bir dünya. Peki şu an içinde bulunduğumuz ve ancak filmlerde izleyebileceğiniz olaylar gerçek olabilir mi? Maalesef hepsi sonuna kadar gerçek ve bu gerçekliği dört duvar yeterince hissettiriyor bizlere." (Üç ayı aşkın zamandır Bakırköy Kadın Ceza İnfaz Kurumu'nda tutuklu.)
Gözlerinin içiyle "gülen" melek!
Gözler hem bir algılama, hem de bir ifade aracıdır.
Hekimler gözlerin vücudun içini doğrudan görmeyi sağlayan "pencereler" olduğunu da söylerler. Ellerine aldıkları özel bir aletle o pencereden bedenin içine bakarlar ve pek çok yaşamsal sağlık sorununa dair ipuçları, bulgular elde ederler.
Şimdi artık "uzağı ve yakını görme" bakımından bazı kusurları olan gözlerim yaklaşık dört aydır, yukarıda saydığım işlevlerin dışında bir işleve daha sahip:
O artık aynı zamanda benim "kimliğimi" de tanımlıyor.
Teknolojinin sonsuz olanakları sayesinde bir alete bakarak dönen bir demir kapının kilidini açılmasını sağlıyorum.
Bunu yap(a)mazsam ayda üç kez bir çift camın ardından birbirimize baktığımız "kapalı" görüşler, bir kez de birbirimizin ellerini tuttuğumuz "açık" görüşler gerçekleşmeyecek ve kızımla görüşemeyeceğiz.
İşte o görüşler sırasında tanıdım, yukarıdaki sözleri söyleyen ve "görüş sırasında" aradaki camın bu tarafına bakarken "gözlerinin içiyle" gülen, ablasının her zaman "meleğim" dediği o "meleği".
Herkesin bir "meleği" var!
Kimisinin omzunun iki tarafında, kimisinin düşlerinde, kimisinin hemen yanında, kimisinin de demir parmaklıklar, beton duvarlar arkasında.
Daha önce onun varlığından haberim yoktu. Kızımla birlikte "tutuklandığı" sırada tanıdım onu da diğerleri gibi.
Bu yazı dizisinde anlattığım Ceren, Sevim, Necdet gibi, o da bir "terör örgütü" üyesi olduğu iddia ve suçlamasıyla dört aya yakın süredir cezaevinde.
Melek ne örgüt üyesi, ne de bir terörist. O bir "sanatçı", bir "sinemacı"; yani gözleriyle görüp, düşünen, yine gördükleriyle ifade eden bir insan.
Eminim benden çok daha fazla okumuştur, "görmeye ve görme biçimlerine dair" kitapları.
Yine eminim hepimizin gördüklerinden daha farklı ve daha fazla görüyordur baktığı yerlerde.
Ama ben onunla göz göze geldiğimiz kısa süre içinde, onun gözlerindeki o gülümsemede ona dair pek çok özelliğini tahmin ettim.
Bu yazı için kendisine dair bilgi talebinde bulunduğumda bana gönderdiği biyografisini ve ablasının yazdıklarını okuduğumda, sonradan babasıyla yaptığım görüşmede onun anlattıklarını dinlediğimde o tahminlerin doğru olduğu ortaya çıktı. O gerçekten de çevresindeki herkesin "meleği"!
Bir filmden sahneler
Sinemacılar görüntülerle düşünürler. Objektifin sınırladığı çerçevenin içinde görünenle ifade ederler kendilerini. Ona dair bilgileri okurken, benim de gözlerimin önüne böyle sahneler, film kareleri geldi.
Birinci karede bir oturma odası var: Oda tıpkı bir sinema salonu gibi kalabalık. Hepsi yüzlerini odanın dar olan duvarını boydan boya kaplayan kütüphanenin ortasındaki televizyona dönmüşler. Televizyonun üzerindeki rafta ise bir video oynatıcı var.
Televizyonun hemen yanında ilköğretim okulunun son sınıfında okuyan küçük, minyon yapılı bir kız çocuğu, yüzü diğerlerine dönük ayakta duruyor. Tıpkı TRT'nin ikinci kanalında gösterilen sinemanın en ünlü filmlerinden önce onlara dair konuşan sinema eleştirmenlerinin yaptığı gibi az sonra videoda göstereceği filme dair bildiklerini anlatıyor. Odadakiler bir yandan "artık film başlasa" diye sabırsızlanan, ama bir yandan da bu küçük kızın anlatış tarzına gıptayla bakarak izliyorlar. Bu minik kız ne çok şey biliyor.
Bu sahneye tanık olmadım. Tanık olanların anlattıklarına kendimden bir şeyler katarak hayalimde uyduruyorum.
İkinci karede üç kişi var: Bir erkek, bir kadın ve aralarında bir çocuk. Hoplaya zıplaya, güle şakalaşa, belki de biraz bağıra çağıra sokaklarda dolaşıyorlar ve boş apartman dairelerinin üzerindeki emlakçı numaralarına telefon ederek ev arıyorlar. Yorulmuşlar ama keyifliler. Sonunda aradıklarını buluyorlar.
Bu kareyi de kendi gözlerimle görmedim. Belki de birileri anlattı, belki de yine hayalimden uyduruyorum.
Üçüncü karede ise penceresinin perdesi dışarıya çıkmış, hafif sen rüzgarda sallanan, duvarı delik ve o deliğin hemen altında muhtemelen bir yangından kaynaklanan bir siyahlığın olduğu bir apartman dairesi var. Sanki burada bir savaş olmuş gibi!
Bu sahneyi ise tv'de haberleri izlerken gördüm, yani uydurmuyorum.
Son karede ise ortasında bir çift camın ayırdığı iki bölmeli bir kabin var. Bir görüş yeri. Bu kabinde camın öte yanında duran, yaşadığı anlamsız sıkıntıya karşın gözleriyle gülerek "iyi olduğunu göstermeye çalışan bir "genç kadın" var. Bu tarafında ise sırtı bana dönük ve boynu biraz bükük bir baba.
Bunu da uydurmuyorum. Yaklaşık 15 kez yaşadığım bir kare bu. İki taraftakilerin sesleri birbirlerine ancak bir telefon ahizesiyle ulaşıyor.
Bu kareler, bu sahneler bir filmden alınma değil. Ama muhtemelen bu sahnelerin olduğu bir film ileride çekilecek. Şimdi yaşanan ise "film" değil, bir gerçeklik.
Sinemacı Melek Seven şöyle anlatıyor bunu:
"Hayatımız her insan gibi rutin akışında devam ederken bir günde alt-üst edildi ve buradayız. Suçsuz yere burada olduğumuz "100" küsur gün ve ne zaman biteceği de belli değil. Bu hikâyenin bir örneğine ancak birkaç sene önce çekilen "Pardon" filminde rastlayabilirsiniz.
Pardon'u izlerken bir yandan güldüysem de bir yandan da "böyle şeyler gerçekten oluyor mu?" diye düşünmeden edememiştim. Evet, yaşadım ve görüyorum ki oluyormuş. Sinema hayatın içinde gizliymiş. Bunu birkez daha tecrübe ettim."
Melek Seven'i tanıyor musunuz?
Eylül 1983'de İstanbul'da doğan Melek Seven ilk ve orta öğretimimi Piri Reis İlköğretim Okulu'nda tamamlamış. Sonra Bostancı Hayrullah Kefoğlu Anadolu Lisesi'ne gitmiş ve buradan 2001 yılında mezun olmuş.
Aralarında yalnızca 1,5 yaş olan ablası Dilek bana yolladığı yazısında onun çocukluğuna dair şunları anlatıyor:
"Aramızda sadece 1,5 yaş olduğu için neredeyse ikiz gibi büyüdük. Annem bayramlarda, özel günlerde kıyafetlerimizi hep aynı giydirirdi, ikizler gibi! Hiç ayrılmazdık ama hiç. Aramızda bu kadar az yaş farkı olmasına rağmen ben hep Melek'in ablasıydım. Evde kavga etsek ben ablayım diye her şey bana patlardı. Sokakta oynadığımız oyunlarda Meleğime bir haksızlık yapılsın hemen onu bir ablası olarak korur savunmaya geçerdim. Şimdi düşünüyorum da bende neredeyse onunla aynı yaştayım zaten ne ablalığı ben onu korurken beni kim korusun! Ama ablalılık böyle bir şey demek ki. Onu kollamak, arkasında durmak, kendince kötülüklerden korumak. Ama büyüdük ve ben kardeşimi yaklaşan bu tehlikeden koruyamadım. Her şey çocukken daha kolaydı."
Sinema, sinema...
Ardından İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon-Sinema Bölümünü kazanmış Melek. Üniversite hayatı herkes gibi Melek için de unutulmaz yıllar olmuş. Ablası yaptığı işlerden çok keyif aldığını söylüyor.
Sinema küçüklüğünden beri hayalini kurduğu ilk ve en önemli hedefi olmuş. Amcası da bir sinema sevdalısı olan Melek daha öğrenim görürken pek çok yapımın içinde yer almış, sinema filmi, tv programı, dizi ve reklamda reji ve yapım amiri, hatta oyuncu olarak görev yapmış, kendi deyişi ile "bir çok başarılı işe imza atmış". Kar film festivalinde "Uyan" adlı kısa filmde en iyi kadın oyuncu seçilmiş. "İz" isimli kısa filmi ile de Kültür Bakanlığı Proje Destek-Senaryo ödüllerine layık görülmüş.
2007 yılında okulunu bitirdikten sonra "dilini geliştirmek" üzere İngiltere'ye gitmiş ve bir yıl önce yeniden Türkiye'ye dönmüş.
Sanatla ilişkisi yalnız sinemayla sınırlı değil. Kendi deyişiyle ona babasından geçen bir başka yeteneği daha var. Resim yapıyor. Bu yeteneği onun bu "anlamsız ve sıkıntılı" dönemde nefes almasını sağlamış. Şimdi eli kamera tutmasa da aklındaki kareleri resmediyor.
Onun cezaevinde "nefes almasını"sağlayan ikinci neden ise, buraya girmeden önce Kültür Bakanlığı'na yolladığı bir kısa metrajlı film senaryosu. Bu senaryo Bakanlık tarafından ödüllendirilerek, çekilmesi için destek görmeye hak kazanmış. Melek bu mutluluk verici haberi içinde olduğu o "beton duvarların arasında" öğrenmiş ve filmiyle ilgili hazırlıkları oradan sürdürüyor.
Ablası Dilek ödül kazanan bu filmiyle ilgili olarak şu yorumu yapıyor aynı yazısında:
"Kararma isimli kısa film ile Kültür Bakanlığı Proje Destek-Senaryo ödülüne layık oldu. Görme engelli bir adamı anlatan senaryosunda amaç diye bir bölüm açmış Meleğim. Sanki bugün yaşadıklarımızı önceden tahmin etmiş gibi.O bölümde şöyle diyor:
'Bu genç adam gerçek hayatta gören ama aslında hayatı algılama biçimleriyle körleşmiş olan birçok insana bir şeyi hatırlatacaktır: aciz değildir, belki de aciz olan bizleriz dedirtecektir.' Ne kadar doğru yazmış bugün yaşadıklarımız tamda böyle bir şey işte. Algılarımız o kadar körleşmiş ki etrafımızdaki herkesi kendimiz gibi biliyoruz."
"Ama dişleri çok güzel"
Yaşamı sinema aracılığıyla ve onun diliyle anlatabilmek için, orada izlediğimiz insanlara, olaylara, ilişkilere, durumlara başka bir yönden bakmak gerekiyor.
Bunun için de yalnız bu işin teknik yönünü bilmek yetmiyor tabii ki! Ayrıca farklı bir bakış ve herkesinkine benzemeyen bir yaklaşım ve sunuş olmalı. Bu da ancak yaşamın içinde öğreniliyor ve gelişiyor. Ama çok küçük yaşlardayken yaşananlar ya da deneyimlenenler de bunu sağlayan en iyi okul oluyor bence. Bunlar benim düşüncelerim değil, şimdilerde çok ünlü olan ve herkesin tanıdığı sinemacıların pek çoğu buna dair örnekleri sıkça dillendiriyorlar.
Ablası Dilek Seven'in ona dair yazdığı şu satırlar da onun bu "farklı ve başka yönden bakışını" sanırım çok iyi anlatıyor:
"Meleğim hayvanları çok sever. Her yaz mutlaka memleketimize, köyümüze giderdik. Bir yaz bir civcivi çocuk aklıyla temizlemek istemiş, köyün o soğuk sularında almış yıkamış. Civcivi getirdiğinde zavallıcık tir tir titriyordu. Sobanın arkasında ısınıp kendine gelene kadar neler çekti garip civciv.
Bulduğu kedi yavrusunu üzerindeki askılı elbisesinin askılarından geçirerek kafası bir taraftan patileri bir taraftan çıkacak şekilde akşama kadar öyle dolaşırdı.
O kadar hayvan sever ki kardeşim 4-5 yaşlarında sokakta gördüğü ölmüş fareyi bile eline almış annemden işittiği çok ciddi azardan sonrada "ama dişleri çok güzeldi " diyecek kadar da sevimliydi.
Hâlâ hatırladıkça çok güleriz. Şu an bile onu evde bekleyen biri Zeytin biri Peynir adında iki tane balığı var. Annem onlara gözü gibi bakıyor. Meleğinin balıkları diye."
Beklenen "Son"
Adının "Melek" soyadının "Seven" olmasının da böyle davranmasında bir rolü ve etkisi var mıdır bilmiyorum: Ablası ondan "ailesini, evini, işini, arkadaşlarını çok sever ve bir o kadar da çevresinde çok sevilir. Hep pozitif, hayata gülen gözlerle bakan, arkadaşları içindede genel de anaç bir tavır sergilemiştir. Arkadaşları ona genelde 'kraliçe arı' der" söz ediyor.
Bunlar bir ablanın cezaevinde olan kardeşini çok sevdiği için söylediği sözler değil bence.
Melek kendisi için özel olan insanlara doğum günü hediyesi olarak kendi yaptığı karakalem portrelerini çizip armağan edermiş. Onun bu davranışından haberim yoktu, karakalemle resim de yapamam; ama kızımın cezaevinde geçirdiği ilk "yaş günü"nde iki ayrı beyaz penyenin üzerine ikimizin birlikte olduğu bir resmi bastırmış, birini ben giyip görüşe gitmiş, birini de armağan olarak ona götürmüştüm. Bu kızım dahil pek çok kişinin çok hoşuna gitti o gün.
Dolayısıyla Melek Seven'in yaptığının da insanların çok hoşuna gittiğini tahmin etmek hiç de zor değil benim için.
Çünkü "sevilen birisi için özel bir şey yapmak" hem seveni, hem sevileni, hem de o sevgiyi fark edeni mutlu eder. Sevgiyi böyle hissedenlere ve hissettirenlere ne mutlu!
Ablasının deyişiyle "sürekli yüzünde gördüğümüz gamzeleriyle bize gülücükler atan" Melek, şu an "dört duvar" arasında.
Eninde sonunda bu karanlık günlerin bir gün aydınlanacağını hepimiz biliyoruz.
Melek yine ablasıyla sabahlayacağı hoş ve eğlenceli günler yaşayacak.
Yine "gülme krizlerine girdiği" günleri görecek.
Hem de çok yakında...
Aslında Melek de bunun farkında. Bana yazdığı mektubun sonunda şöyle diyor:
"Ama asıl amacım çıktığımda, yaşadığımız bu trajikomik hikayeyi bir filmle herkesle paylaşmak. Bu talihsiz durumun biran evvel düzelmesini diliyor ve adaletin yerini bulacağına inanmak istiyorum."
O nedenle çıktıktan sonrasına dair kurduğu hayalleri gerçekleştirmek üzere bir yandan da bu yöndeki çalışmalarını sürdürüyor.
Ben de onlara inanıyorum.(MS/EÜ)