"13 yaşındaki oğlumla bir gece uyudum ve sabah zilime basan parmağın zilimden ayrılmasından geçen süre içerisinde uykudan uyanıklığa geçtiğim saliseler esnasında, ben 1969 doğumlu, bir çocuk annesi, çalışan ve işveren olarak içinizden herhangi biriniz gibi olan işkadını Sevim Öztürk, vatandaştan "teröriste" dönüştürüldüm." (Üç ay on gündür Bakırköy Kadın Ceza İnfaz Kurumu'nda tutuklu.)
Bu yazı BİAMAG'da yayınlandığı sırada yeryüzündeki yolculuğumun "52 yılını" tamamlamış olacağım.Hepimiz bu tür yolculuklar sürdürüyoruz adına "dünya" denilen bu gezegenin üzerinde. "Yaşam" diye adlandırdığımız ve her zaman için "ölüme üstün olduğunu" söylediğimiz, başı ve sonu bize göre belirlenen bir süreç bu.
Bir çok yolculuğun yolcularının izlediği "yol"lar zaman zaman birbiriyle kesişiyor. Bunların çoğunda kişisel belirleme gücümüz yani irademiz söz sahibi değil; yaşamın akışı içinde kendiliğinden gerçekleşiyor.
Kaydıraktan düşen kız çocuğu
Yeryüzündeki yolculuğu şimdilerde "40" yılı doldurmuş olan "Sevim Öztürk"le yollarımız ilk kez o on yaşındayken, yani "Öztürk" değil, "Çalışal" iken kesişti. O 1969 Martında, neredeyse tüm yaşamının geçtiği İstanbul'da Kadıköy'de doğdu.
Hamdibey Melahat Şefizade İlkokulu'nu ve Kadıköy Anadolu Lisesi'nden sonra İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümünü bitirdi. Çok iyi İngilizce ve Fransızca öğrendi.
O zamanlar yalnız "küçük bir kız çocuğu"ydu. Adı gibi sevimliydi, bir erkek çocuğun afacanlığı, ataklığı, heyecanına sahipti. Adeta soluk almaksızın konuşur, bıcır bıcır sürekli birşeyler anlatır ya da sorardı. Belleğimdeki ona dair ilk izler onun bedeni ve yaşı küçük ama "kocaman" bir insan olduğu yolundaydı.
Ablası Nevin o dönemde benim kız arkadaşımdı ve bir defasında onun bir işi nedeniyle 2-3 saatliğine "bakım ve gözetimi"ni üstlenmiştim. Unkapanı'ndaki "Bozdoğan Kemeri"nin Beyazıt Camii tarafındaki küçük çocuk parkında onu oyalarken, kaydırağa tersten binmiş, yüzükoyun kayarak düşmüştü.
Onun sorumluluğunu üstlendiğim için, bir yerine bir şey oldu diye yüreğim ağzıma gelmişti. Beni o zaman korkutan bu "minik kız" henüz 22 yaşındayken benim "ilk kızım" olmuştu. Bu nedenle, evlendikten sonra doğurduğu Janbek de benim "ilk torunum" oldu. Onlar da bunu kabullendi ve ben de onun "küçük dedesi" oldum.
"Bir arkadaş, bir dost, bir paylaşımcı"
Muhtemelen yaşamında yazdığı ilk mektupları da bana yazmıştı, "Sevim Çalışal" henüz "on"lu yaşlarının başında. Bunun adı "paylaşım"dı benim için.
Resmi durum olarak onun "ablası"yla "eş" olarak paylaştığımız birlikte yaşamımız, onların "abla-kardeş" olarak sürdürdükleri yaşamlarıyla sürekli kesişir, bir anlamda içiçe geçer olmuştu.
"Mustafa Abi"si olarak ben, "sırdaş"ı değildim belki, ama lisede, üniversitede ve sonrasında görüş ve düşüncelerini en çok paylaştığı insanlardan birisi olduğumu düşündüm hep. Birbirimizin dediklerine her zaman katılmasak da dinlemeyi, anlamaya çalışmayı ortak tutum belirlemiştik.
İlişkiler insanların birbirlerine verdikleri "değer" üzerinden şekillenir ve anlamlanır. Ailesel olanlar dahil tüm bağlardan daha çok, duygu, düşünce, tutum ve davranışlardaki koşutluklar o ilişkileri belirler. Kanımca bunlara "eklenen" en önemli unsur ise "saygı"dır.
Bununla bir büyüğe duyulan "saygı"yı değil, yaş farkının söz konusu olmadığı, "insanların karşılıklı olarak birbirlerine duyduğu saygı"yı kastediyorum. Sevim bu tür bir saygıyı her durumda herkese gösterebilen bir insan oldu.
Tartışırken, konuşurken, paylaşırken, haklılıktan ya da haklı olduğunu düşünmekten kaynaklanan, sesine, hareketlerine yansıyan "hırçınlık" onu çevresindekilerin ilk anda ona tepki duymasına neden olsa da; yumuşacık, sevecen, her an herkesin yardımına ve desteğine koşan "insancıllığı", onu tanıyacak kadar uzun süre çevresinde kalabilenleri ona, onu da çevresindekilere bağladı.
Bu nedenle çok sayıda tanıdığı, arkadaşı, dostu oldu, bir bölümünü ben de tanıdım. Dahası onlarla maddi konular dahil paylaşımlarına hep tanık oldum. O "çoğul" yaşayan bir insandı benim gözümde.
"Kızlar kaymakam olamaz"
Üniversitede "kamu yönetimi" okudu. Onun okuduğu dönemde "kamu yönetimi" sözü herkesin bildiği bir kavram değildi. Ankara'da "Mülkiye" diye bir okul vardı. Resmi adı "Siyasal Bilgiler Fakültesi" olsa da burada okuyan birisi "politika"yla değil de kamu yönetimi ile uğraşacaksa mutlaka "mülkiyeli" olmalıydı. Bu cumhuriyetin yarattığı ve uzun süre sürdürdüğü "kast"lardan birisiydi. Ona girmek kolay değildi. Hele bir "kadın" olarak.
Bu handikap, resmi düzlemde alınan kararlarla pekişiyordu: Onlara göre "kadınlar ata binemeyeceği için kaymakam olamazlar"dı.
Sevim üniversiteyi bitirdikten sonra çok istediği "kaymakam"lığa bu yaklaşım nedeniyle ulamayınca buna verdiği tepkiyi ve savlarını tartıştığımızı anımsıyorum.
O itirazını "ben ata binebiliyorum" diyerek değil, kadının erkekle her anlamda eşitliğini savunan bir aydın genç olarak yapıyordu. Ama bunun kavranması, bugün bile hâlâ söz konusu değil. Bu tartışmalarımız sırasında onun "nasıl bir kaymakam olacağını" düşünmüştüm.
O sıralarda işim nedeniyle Anadolu'nun pek çok yerlerini dolaşıyor ve zaman zaman kaymakamlarla da karşılaşıyordum. Onlarla Sevim'in özelliklerini kıyaslıyor, pek çoğundan fazlasının olduğunu ama eksiğinin olmadığını teslim ediyordum. Dolayısıyla o çok istediği "kamu yönetimi" alanında resmi bir göreve sahip olamadı hiçbir zaman.
Ama "kamu düzeni" onun temel sorunlarından birisi oldu hep. Özellikle kişisel davranış ve uygulamalarla ilgili gördüğü yanlışlıklara, eksikliklere, tıpkı şimdilerde yaşadığı tutukluluğuna yaptığı itirazlar gibi sürekli itiraz ediyordu.
Örneğin bindiği bir minibüste kendisi dahil kadınlara tacizde bulunan bir genç delikanlıyı, araçtan aşağı indirip sokağın ortasında yakasına yapışıp "hesap sorabiliyordu. Ya da trafik düzenini bozan bir bıçkın şoförün yolunu kullandığı araçla kesip durdurduktan sonra adamı arabasından dışarı çıkarıp "hizaya sokabiliyordu".
Yalnız haksızlıklara, yanlışlara değil, ama aynı zamanda "uygunsuzluklara", "usulsüzlüklere" yönelik olarak "kamu düzeni" adına müdahalede bulunmayı hep kendi görevi sayıyordu. Kamuya ait şirkette, çalışanların sigorta primleriyle birlikte, sendika aidatlarını da düzenli olarak ödemesi, bir politik tutumdan, sendikaya yönelik destekten çok, "doğru" olmasındandı.
Başka özel şirketlerde de çalıştı. Bu şirketlerde de çeşitli bölümlerde başarılı bir "yönetici" olduğunu biliyorum. Çok büyük bir holdingin yöneticiliğini yaptığı sırada ulaştığı konum ve kurduğu ilişkiler onun vazgeçilmez bir eleman olmasını sağlamıştı.
Bir aile şirketi olarak kurdukları ve müdürlüğünü sürdürdüğü son işlerinde, ekonomik kriz vb. nedenlerle zaman zaman zora düştüler. Ama bu durumun yönetim ve uygulamalarıyla ilgili olarak, ondan kaynaklanan bir yönetim zaafı olduğunu kimse söyleyemez.
Bu tür pek çok konuyu bir arada olduğumuzda konuştuğumuzu anımsıyorum. O aldığı eğitimin sağladığı bilgileri, yaşama, insana, topluma yönelik bakışıyla birleştirerek ve sorunlara çözüm üretecek biçimde davranmayı ilke edinen birisi oldu hep.
Bu nedenledir ki onun bu "haksız, anlamsız tutukluluğa herkesten fazla itiraz etmesi", medyaya, meclisteki milletvekillerine yazdığı mektuplarla yanlışları söylemeyi sürdürmesi onun her zaman her konuda yaptıklarının bir devamı olarak anlaşılmalıdır.
"Erkek değil, kadın"
Zaman zaman onu yakından tanımayan bir çok insan, genel davranışlarına bakıp "erkek gibi kadın" nitelendirmesinde bulunuyor olsa bile o asla böyle bir davranış içinde de olmamıştır.
Hem bir "eş ve ev kadını" olarak yaptıkları ve üstlendikleri, hem de doğduğu andan başlayarak çeşitli sağlık sorunları yaşayan oğlunun bakımı sırasında bir "anne" olarak yerine getirdiği sorumlulukları, hem de bir "kız evlat" olarak başta anne ve babası olmak üzere aile ve akrabasıyla olan ilişkilerindeki tutum ve davranışları onun "gerçek bir kadın" olduğunu ortaya koymaya yeterlidir.
Mutfaktaki marifetleri, çocuğunun eğitimiyle ilgili yaptıkları, her türden ailesel sorunu çözmekteki başarısı, tüm bunları yaparken yaşamdan keyif almayı da ihmâl etmemesi; bu bağlamda, gezmekten, eğlenmekten, dostluktan arkadaşlıktan ödün vermemesi, belki de özellikle vurgulanması gereken diğer özellikleri arasındadır.
Bu anlamda "düzenlediği ev partileri" ablası gibi onu da bu konuda rakipsiz kılan özellikleri arasında sayılmalıdır.
Bazen bu partilere "Orhan Yalçınkaya" gibi birilerinin de katılabilmesi, şu an maruz kaldıkları durumdan da anlaşılacağı üzere Sevim'e ailesine ve yakın çevresine büyük bedeller ödeten bir sorun yaratıyor. Ancak bu noktada da onu suçlu saymak olası değil.
Çünkü Sevim'in gazetelere gönderdiği mektuplarda "Şayet bir 'terörist dedektörüm' olsaydı, anlayabilmek için uygun yerlere monte ederdim, ama ne yazık ki böyle bir alete sahip değildim" dediği gibi onun bu tavrı yalnızca iyiliği, güzelliği yaratma ve yaşama isteğinin bir sonucudur.
Yakalandığı ve ablasının uzmanlık alanına girdiği için, onun tarafından tedavi edilen süreğen rahatsızlığı, zaman zaman yaşamını zorlasa da, hastalığa yönelik algı ve tutumuyla da aslında "tahammül ve dayanıklılık" olarak, Anadolu kadınlarından bildiğimiz bir "baş edebilme" gücüne de sahip olduğunu gösteriyor.
Onun yaşadığı bu süreci de olası en az "zararla" atlatacağına dair inancım çok. Çünkü ona güveniyorum; o her zaman olduğu gibi şimdi de "başarmayı" çok istiyor! Başaracak da.
"Yazar ve çevirmen Sevim"
Bir yakının gündelik davranışlarında yaptıklarının çok az kişinin bildiği Tourette Sendromu'na uyduğunun anlaşılmasından sonra ablasının danışmanlığında çevirdiği "Durduramıyorum" başlıklı kitap Tourette Sendromu tanısı konulan bir çocuğa, bu durumla baş edebilmesi için pratik yollar öneren bir kitaptı ve aslında bir kamusal hizmet sayılmalıydı.
2006 yılında yayınlanan bu kitap, aynı zamanda bir arkadaşının sahibi olduğu Bulut Yayınları'yla başka çalışmaları gerçekleştirmesine yol açtı.
"Çocuk eğitimi ve bakımı" ile ilgili toplumu bilgilendirici kitaplar, bir anne olarak onun ilgisini çekti ve bunları çevirmeye karar verdi.
O yıl çevirdiği "Arılar Nasıl Arı Olur" adlı kitapta çocuk eğitimine ve yaşama dair önemli ipuçlarının sergilenirken, "Kertenkele Tatil Köyüne Hoş Geldiniz" kitabın da canlılar alemindeki farklılıklardan yola çıkarak, farklılıkların varlığının eşitliği ortadan kaldırmadığını anlatılıyor, "Ben de Korkuyorum" adlı kitapta ise "korku"nun keşfedilmesi, anlaşılması, öğrenmesi ve korkudan nasıl kurtulunacağı ortaya konuluyordu.
İki yıl sonra basılan çevirdiği diğer iki kitaptan ilkinin adı "Bay Endişe"ydi. Bu kitapta da takıntılı insanlardan söz ediliyor, tıpta adı "Obsesif Kompulsif Bozukluk: OKB" olan ve aslında oldukça yaygın görülen bu durumun çocukların yaşamlarını nasıl etkilediğini ortaya konuluyor, hem çocukları hem de ailelerini bilgilendirilmesi hedefleniyordu.
"Cesur Meltem" adını taşıyan ikinci kitapta ise bir çok çocuğun yaşadığı epilepsi (sara) hastalığı ile ilgili bilgiler Meltem'in öyküsü ile ortaya konuluyor, Çocuklara ve annelere bu hastalıkla ilgili bilgiler aktarılıyordu.
Sevim cezaevine girdiği sırada yayınlanan, yazım ve tasarımı tümüyle kendisine ait olan son kitap ise "İl il bölge bölge çıkarmalarla Türkiye" adlı kitap oldu.
Bu kitap Türkiye'nin coğrafi bölgelerini, bölgelerin coğrafi özelliklerini, illerin tarihini, kültürel-sosyal özelliklerini ve zenginliklerini çocukların el becerilerini geliştirme yanında, yaparak ve eğlenerek öğrenmeleri için hazırlanmıştı.
"Ve bir anekdot"
Ablası, doktoru ve arkadaşı olan Nevin'in bu yazıdan söz ettiğimde yazıp bana ilettiği anekdotu ve onun yorumunu da sizlerle paylaşırsam sanırım Sevim'i daha iyi anlatmış olacağım:
"Bir Anadolu kentine doktor olarak gönderildiğimde şimdi 26 yaşında olan kızım Ceren henüz bir aylık bile değildi.
Gurbete ilk mektup o zaman 14 yaşında olan kız kardeşim Sevim'den geldi. Senin sayende evimiz çok şenlikli diye yazmıştı. Eş dost gözün aydına geliyor ablacığım, diye devam eden mektubunun içeriği kabaca şöyleydi:
-A.. teyze geldi, senin bir kızın olduğunu öğrenince "olsun, sonraki de oğlan olur inşallah" dedi.
-B.. teyze geldi "varsın olsun, sağlığı yerinde olsun da..." dedi.
-C.. teyze geldi "önemli olan sağ salim olması, hem kız çocukları ilerde annelerine bakarlar daha iyi" dedi
D, E, F, Y, Z.. teyze.. diye devam eden upuzun bir listeyi gerçek adlarıyla bir bir yazmıştı bana canım kız kardeşim.
Mektubun sonundaki cümle ise şöyleydi:
'Ablacığım, bu teyzelerin hepsi bir kız bebek olarak doğmuşlardı!'
Pırıl pırıl bir zekanın yarattığı bu berrak akıl, elbette sadece 14 yaşındayken parlamıyordu. Öncesinde de sonrasında da hep duru bir aklı oldu. O akıl sayesinde gerçek bir aydın oldu."
Evet Sevim, böyle bir insan ama o şimdi "terörist" nitelemesi ile "hukuk"un önünde. "Hukuk"un doğruyu işaret edebilmesi için hepimizin ona yardımcı olmamız gerekli. Bu yazı da onun için yazıldı. (MS/EÖ)