Yaşanan yıl sayısı arttıkça bagajımız da büyür. Gerekli gereksiz pek çok şeyi taşır dururuz bu bagajda. İlk çocukluk günlerinden başlayıp tüm yaşanmışlıkların izlerini, değer verdiğimiz anların kendimizce yontulmuş parlatılmış anılarını sık sık zihinsel börkeneğimizden çıkartır ve yeniden çiğneriz dilimizle dişlerimiz arasında. O eski tatları, eski haliyle yeniden duyumsamaya çalışırız.
Peki, ya bizi geçmişimizle bağlayan o tel kopuverirse ne olur? Bir tarihte, anılarını yazan bir okul abimize “Maşallah, ne büyük kütüphaneniz var belleğinizde” demiştim. O da “Kütüphane iyi de kütüphaneci yerinde değil” demişti bana. Gerçekten, insan beyninde de, onun çalışma biçimini taklit eden bilgisayarlarda da, biriktirilen bilgi ve anılarla onlara erişmemizi sağlayan bağlantı mekanizmaları farklı farklı yerlerde. Onca bilgiyle aradaki bağ bir kez koptu mu gitti gider oluyor. Bu süreç bazen yavaş yavaş ve yıllara bağlı gerçekleşiyor, bazen bir gecede.
Sevgili dostum Mehmet Hakkı Yazıcı, artık iyiden iyiye ısındığı kısa hikayeciliğinin üçüncü verimi olan “Yaşam Annemin Hatırladıklarıysa” (*) kitabının aynı adı taşıyan ilk hikayesinde, askeri darbenin sıkıntılarının da etkisiyle bellek yitimine uğrayan bir annenin yürek burkan hallerini anlatıyor.
Hakkı, hem 12 Mart’ı hem 12 Eylül’ü yaşamış bir kişi. Bu bağlamda hem 68’li hem 78’li. Bu özellik hikayelerine de yansıyor. “…Kantinden aldıkları etimekleri sütle ıslatıp, aralarına şokella sürüp üst üste dizdiler. En üste yine şokella sürüp süsleyerek Mamak pastası yaptılar. Bütün Komün üyeleri içinde bulundukları ortamın elverdiği ölçüde, Mamak pastası yiyerek Sabri’nin doğum gününü kutladılar. Bu pasta geleneği Mamak günlerinden kalmıştı…”
“Dedem Dimitri” hikayesinde anlatılan Mehmet ve Dimitri’nin aşklarından vazgeçmemek uğruna, kimliklerini değiştirerek birbirinin yerine geçmeleri, mübadelenin acılarını bizlere bir kez daha anımsatıyor.
“Komen… Komen” hikayesinde, 6-7 Eylül olaylarından sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalan Rumların anımsandığı bir çocuk dostluğu dile getiriliyor. Çocukluğun önyargısız kardeşliğinin naif sıcaklığını tadıyoruz o satırlarda.
Kısa Hikaye, benim çok sevdiğim bir edebiyat türü. Türk edebiyatında Sabahatin Âli, Sait Faik, Haldun Taner gibi pek çok ustası var. Bir dönem gözden düştüyse de şimdilerde pek çok hikaye yazılıyor ve yayınlanıyor. Hakkı Yazıcı, daha önce yayınlanan “Yitik Zamanlar Dükkanı” ve Akvaryumdaki (Ba)Balık” kitaplarındaki hikayelerinde olduğu gibi bu kez de sevecen ve babacan bir tavırla anlatıyor. Geniş bir coğrafyayı ve zaman parçasını kapsıyor. Dili zorlamasız ve zaman zaman kalemine geldiği gibi. Yaşam bilgeliğinin deneysel bütünlüğü ve kavrayışı hikaye kurgularına yansıyor. Zengin bir spektrumu bizimle paylaşıyor ve bizi kendi zaman ve mekanına taşımayı başarıyor.
Hikaye okumak, vakit azlığından ya da kesintisiz okuyamamaktan yakınan ve edebiyattan uzak duranlar için bir telafi yöntemi de olabilir. Ne var ki, zamanda ileri geri yolculuklarla bize pek çok ve değişik insanlık durumunu sunan hikayeler hem yalnız olmadığımızı söylüyor bize hem de o kadar önemli olmadığımızı… (AE/AS)
* “Yaşam Annemin Hatırladıklarıysa”, Mehmet Hakkı Yazıcı, Nota Bene Yayınları, Ekim 2015, Ankara