Konu, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş. Giriş niyetine Demirbaş'ın oldukça kabarık günah defterinden birkaç bölüme bakalım;
Bir; Danıştay 8. Dairesi, Diyarbakır'ın Sur Belediyesi'nin Türkçenin yanı sıra Kürtçe, Arapça, Ermenice ve Süryanice gibi dillerde de hizmet verdiği gerekçesiyle 2007 yılında Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'ın başkanlığının düşürülmesine ve belediye meclisinin feshine karar verir.
Demirbaş, ilk duruşmasında verdiği savunmada, "Türkiye'nin çok kimlikli, çok kültürlü, çok dilli olduğunu söylemenin bölücülük olmadığını düşünüyorum" diyerek neyle suçlandığını tarihe not düşer.
İki; "Bir gerilla annesiyle bir asker annesinin gözlerinin rengi farklı olsa da, gözyaşları aynıdır" dediği için Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, terör örgütü propagandası yapmaktan 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılır.
Üç; evinin önünde 13 kurşunla öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz adına, belediye binasının karşısındaki parka, üzerinde 13 kurşun izi ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi metninin de yer aldığı bir anıt yaptırır; bu sebeple hakkında soruşturma açılır. Gerekçe; "Uğur Kaymaz için belediye bütçesinden usulsüz harcama ile anıt yaptırmak suretiyle görevini kötüye kullanmak ve terör örgütü propagandası yapmak." Bu suçtan beraat eder etmesine de beraat kararı Yargıtay tarafından bozulur.
Ayrıca; "Devlet bize anadilimizde okulları yasaklayabilir. Ama evlerimizi özgür okullara çevirmemizi engelleyemez" diyerek, "Her geceye bir masal, her ev bir okul" projesi başlatır. Bask Bölgesi Yerel Parlamentosu ile işbirliği yapılarak geliştirilen projede Kürtçe, Ermenice, Süryanice dillerinde 365 masalın, 12 kitapta basılması ve 5 bin adet dağıtılması vardır.
2004'de yüzde 56,6 oy alan ve 2007'de görevinden alınan Demirbaş 2009 yerel seçimlerinde yeniden aday olup koltuğunu yüzde 65,3 oy oranı ile geri alır. Devlet onu geri aldığı koltuğundan Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) vesilesiyle bir kez daha indirip cezaevine gönderir. Bu kez hastalığı ona, tutuklu KCK sanıklarına pek bahşedilmemiş "tutuksuz yargılanma" yolunu açar ve bir yandan yargılanırken bir yandan belediye hizmetlerine geri döner.
Bütün bu yaşananlar iki üzücü sonucu beraberinde getirir. Birincisi; oğlu Baran, daha 16 yaşında bir lise talebesi iken demokratik mücadeleye olan inancını yitirir ve bundan üç yıl önce dağa gider.
İkincisi; kan pıhtılaşması ile ilgili var olan sağlık problemi hayati tehlike oluşturacak duruma gelir. KCK davasında tahliyesine sebep olan da hastalığının ilerleyişidir zaten.
Abdullah Demirbaş; tıbbi adı "Herediter Derin Ven Trombozu" olan bir dertten muzdarip; bu hastalık bazı damarlarda kanın koyulaşıp pıhtılaşmasına, dolayısıyla damarların tıkanmasına sebep oluyor. Demirbaş'ın "pıhtılaşmayı önleyici" bir ilaç (Pradaxa) kullanması gerekiyor, fakat bu ilacın kullanılabilmesi için birtakım genetik testlerin yapılması gerekiyor ve o testler Türkiye'de yapılamıyor, yani Demirbaş maalesef "Türk hekimlerine emanet" edilemiyor.
İstanbul Çapa Tıp Fakültesi'nden aldığı heyet raporu üzerine Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Mayo Klinik ile temasa geçen Demirbaş buradan olumlu yanıt aldı ve zaman geçirmeden Minesota'daki Mayo Klinik'e yatışı istendi. Ancak, Mahkemenin yurtdışı yasağı nedeniyle vize alamayan Demirbaş, hastane raporlarıyla birlikte dört kez başvurduğu Diyarbakır 4. ve 6. Ağır Ceza mahkemelerinden olumsuz yanıt aldı.
Hastalığı sebebiyle Demirbaş'ı tahliye eden mahkeme, onu tedavi için yurtdışına bırakmayarak aslında idam fermanını imzalamış oluyor.
Öyle hastalıklı bir "vatan" algımız var ki; ne baba toprağı Diyarbekir'e gömülmek isteyen Aram Tigran'ın cenazesine vize veriyoruz ne de Ruhi Su'yu ve nicelerini tedavi için "vatan sathı" dışına bırakıyoruz.
Sonuç; Aram Tigran'ların cesedi toprak özlemi ile kavruluyor ve Ruhi Su'lar ve niceleri, o "vatan sathında" yaşama veda ediyorlar.
Abdullah Demirbaş; sağlık problemleri sebebiyle tahliye edilmesi gereken ama tahliye edilmeyip, yaşatmaktan ziyade öldürmek için var gücüyle çabalayan ülkenin adalet dağıtıcıları tarafından ölümün kara listesinde sıralananlara dâhil edilmek isteniyor, bunu hiçbir vicdan kabul edemez.
Türkiye'nin en çalışkan belediye başkanlarından biri olan Abdullah Demirbaş ölürse katili, tedavisi için yurt dışına bırakmayan mahkeme ve duruma müdahil olmayan "insanı yaşat ki devlet yaşasın" felsefesinin sözcüleridir.
Bitirirken;
"Yaratılanı yaratandan ötürü sevmekle" övünen muktedirler! Dilinize pelesenk olan gönül enginliğiniz neden bu ölüm mahkûmunun kıyılarına yanaşmaz?
"Mülkün temeli olan adalet" anlayışınız neden "bölge"de hep mülk yıkar, hiç düşündünüz mü?
Abdullah Demirbaş'ın tedavi için yurtdışına çıkışına mahkemece izin verilmemesi yaşam hakkına müdahale olarak görülmeli ve bu engellemenin kaldırılması için gerekli düzenlemeler tez elden yapılmalıdır.
Ve son söz; Demirbaş'ın, yurtdışına kaçak yollarla gitmesi mümkünken ısrarla hukuki mücadeleyi sürdürmesi size bir şey anlatıyor mu? (RR/IC)