Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi, Ocak 2021'den bu yana toplanıyor. 10 Nisan'da başlayan panellerin beşincisi "Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" idi.
"Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" paneli 18 Aralık 2021'de gerçekleşti. İnsan Hakları Derneği Genel Başkan Yardımcısı avukat Eren Keskin'in moderetörlüğündeki programa Adnan Orhan, avukat Rengin Ergül ve Adli Tıp uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer katıldılar. Bu dizimizde paneldeki konuşmaların çözümlerini yayımlıyoruz, panelleri kayıttan da izlemek mümkün.
"Türkiye'de ölülere yönelik şiddet", "Farklı İnançlar cenazelere ve mezarlıklara saldırıları konuşuyor", "Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor" , "Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri" başlıklı panelleri de buradan okuyup, izleyebilirsiniz.
Aslında Adnan arkadaşımızın (Orhan) aktarımından sonra doğrudan hukuku bir zemine sıçramak çok kolay olmayacak ama bana anımsattığı bir şey oldu. Kürtlerin cenazelerine yapılanın nasıl değişmediğini ben biraz daha geçmişe giderek anlatayım.
İstisna rejimleri
Doğduğum köyde Cumhuriyetin ilk dönemlerinde isyandan kurtulan erkekleri bir gecede öldürüyorlar ve hepsini birlikte gömüyorlar. Köyde neredeyse geriye kalan sadece kadınlar ve çocuklar olduğu için cenazeler beraber gömülüyor. Herkesin tek tek mezarlığı yok.
Müslüman ritüellere göre yaşayan bir köyde bu durum insanların uykularına giriyor. Bazı kadınlar imamın “mezarı açamazsınız” itirazlarına rağmen akrabalarının mezarlarını açıp ayrı ayrı mezarlar yapıyorlar.
Aslında Cumhuriyet’ten bu yana Kürtlerin hem ölülerine, hem yaşayanlarına, cezaevlerinden özgür olanlara kadar Türkiye’de Kürtlere dönük istisna rejiminin nasıl uygulandığını, hiçbir temel hakkın gözetilmediğini, bunu yeri geldiğinde OHAL rejimi yeri geldiğinde başka rejimlerle açıkladıklarını ama Kürtlere dönük bu politikanın neredeyse hiçbir dönem değişmediğini görüyoruz.
Hukuki çerçeveden devam edecek olursam, bizim cenazelerimizle alakalı bir ölüm yaşandığında, ya da bir yaşam hakkı ihlali yaşandığında bununla ilgili Türkiye’nin de üyesi olduğu Birleşmiş Milletler'in (BM) ortaya koyduğu bir Minnesota protokolü, yani Birleşmiş Milletler Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazların Önlenmesine ve Soruşturulmasına İlişkin El Kılavuzu var.
Burada hem bir silahlı çatışma halinde hem devletin askeri operasyonları sırasında kamu ajanlarının dâhil olduğu ya da şüpheli her ölüm olgusunda, zorunlu ilkeleri barındırdığı gibi aynı zamanda bir modern otopsiyi de içeren bir protokol. Zaten bu konuda, otopsi ve Adli Tıp'ın bunu nasıl uyguladığıyla ilgili daha detaylı bir bilgiyi Ümit hoca (Biçer) iletecektir.
Pratik nasıl?
Konuyu hukuk çerçevesinde bu protokole ne kadar uyulduğunu ne kadar uyulmadığını, Adli Tıp kadar aynı zamanda savcılıkların da rolünü ele alan bir yerden değerlendirmemiz gerekiyor. Soruşturma ve kovuşturmada savcılıkların da rolünü ele alan bir yerden değerlendirme yapmak gerekiyor.
Bu protokole dair iç hukukta da bir takım düzenlemeler var. Bu tam da Adnan (Orhan) arkadaşımız gibi kayıp ailelerin mücadelesiyle aslında Türkiye’deki iç mevzuata da yansımış durumda.
Ama bundan önce Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nin defalarca aldığı kararlar var. Etkin ve bağımsız bir soruşturmanın Minnesota Otopsi Protokolü'ne uymak suretiyle yapılması gerektiği ve BM’nin parçası olan bütün devletlerin buna uymakla yükümlü olduğuna ilişkin BM organlarınca alınan sayısız karar bulunuyor.
Ve yine çok yakından bildiğimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden alınan kararlar var. Tanlı&Türkiye kararı, Kaya&Türkiye ile Salman ve Buldan kararları...
Bütün bunlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi şunu özellikle vurguluyor: Uluslararası nitelikte kabul edilen ve uygulanılan Minnesota model otopsiye dayanmadan ve yine bütüncül olarak ölümü çevreleyen nedenlerin analizinden yoksun bir soruşturma yürütülmesinin, etkin ve bağımsız bir soruşturma yürütülmemesinin yaşam hakkının ihlali olduğu AİHM kararlarında yer alıyor.
Avukatların rolü
Peki, Minnesota otopsi protokolü burada, yani avukatların rolü açısından neyi söylüyor? Bağımsız soruşturma komisyonunu tarif ediyor. Protokol bağımsız soruşturma komisyonunda avukat ya da avukatın hazır edeceği bir bağımsız hekimin otopsi esnasında hazır bulunmasını öngörüyor, aynı zamanda her türlü delili sağlama imkânını hem avukata, hem bağımsız hekime, hem de aileye sunuyor.
Hem soruşturma açısından, hem de bir gerçekliğin ortaya çıkması açısından bunu bir komisyon olarak tanımlamış durumda.
Peki, bunu biz niye ısrarla savunuyoruz?
Şüpheli ölüm vakası gerçekleştiğinde devletin onun faili olması ya da bir şekilde ihmalinden dolaylı faili olması gibi bir noktada, devletin rolünü neden bu kadar ortaya koyuyoruz?
Biz daha başka bir yerden de tanımlıyor olabiliriz ama burjuva hukukunda, AİHM kararlarında, Birleşmiş Milletler ilkelerinde bile yani bir devlet için egemen olduğu sahada gerçekleşen bir ihlalden, dolayısıyla o devletin yetki alanı içinde gerçekleşen bir ihlalden o devletin kendisi sorumludur. Dolayısıyla o sözleşmeye taraf olan devletin kendisi sorumludur.
Bunun bu kadar önemli olmasının en büyük sebebi yani bunu bu kadar dayatıyor olmamızın en büyük sebebi bunun cezaevi için de geçerli olmasıdır.
İstanbul protokolü
Cezaevinde bir ölüm gerçekleştiğinde, devletin egemenlik sahasında gerçekleştiği için bu ölümü aydınlatmakla yükümlü olan devletin kendisidir. O cinayetin faili olmadığını aslında ortaya koymak zorunda olan da devletin kendisidir.
Bu İstanbul Protokolü bakımından da işkence için de geçerlidir aslında. Yani siz bir işkence iddiası ortaya attığınızda o devletin egemenlik sahasında gerçekleşmiş bir eylemi ortaya koyuyorsanız, onun aslında aksini ispat etme yükümlülüğü devletin kendisindedir.
Dolayısıyla devletin bu protokole uygun olarak otopsi yürütmesi ve yine adli tıp kurumunun bu model otopsiye uyması, savcılıkların otopsi işlemleri sırasında avukatın ya da avukatın hazır edeceği bağımsız bir doktorun hazır edilmesi konusunda sorumluluğunu yerine getirmesi, tümü bununla alakalı aslında.
Uygulama(ma)
Peki, bunlar Türkiye hukukuna bu bir kazanım olarak ne zaman girdi? Kayıp ailelerinin, 90’lı yıllarda gerçekleşen yargısız infazları araştıranların, İHD’nin ve diğer insan hakları kurumlarının, adli tıp uzmanlarının elbette bu alanda verdiği mücadele sonucu bu kazanım Türk hukukuna da sirayet etti.
Avukatın ya da avukat tarafından hazır edilen hekimin de otopside hazır bulunabileceği ceza muhakemesi kanununda da açıkça tanımlanmış durumda.
Bunun dışında Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) genelgesi ve Adalet Bakanlığı genelgeleri var. Bunlar 2011- 2015 yıllarına, aslında çok yakın bir tarihe ait.
Bu şu anlama geliyor, HSYK genelgesine göre ve yine bu Adalet Bakanlığının genelgesine göre, bu protokole göre davranmayan hâkim ve savcıların disiplin soruşturmasına konu olabileceği, bir disiplin sorumluluğunun olduğu ve bu konuda soruşturmaya açık olduğu çok açık bir şekilde ortada.
Yakın zamanda Garibe Gezer’in otopsisi ailesine ve avukatlarına bu haklar verilmeden yapıldı. Yine sokağa çıkma yasağı döneminde biz neredeyse bütün otopsileri, haberdar olduğumuz bütün otopsilere, avukat ya da bağımsız hekimi dâhil etmek adına bir mücadele verdik ama çok azında bu noktada sonuç alabildik. Aslında bu genelgelere göre hâkim ve savcının disiplin yükümlülüğü var ama maalesef yerine getirilmiyor.
Bir de şuna vurgu yapmak gerekiyor, avukatların rolü açısından söylüyorum bunu, CMK’da [Ceza Muhakemeleri Kanunu] buna yer verilmişken, kanun maddelerinin bir de gerekçesi var aslında, hukukçu olmayanlar genelde sadece o kanun maddelerini bilirler ve bu yeterlidir zaten.
Bir de bu kanun maddelerinin aslında gerekçeleri var ve gerekçelerinde çok açık. Şunu da söyleyebiliriz, Türkiye’de bazı kanunlar aslında kâğıt üstünde mükemmel düzenlemeler ama bunların uygulamada göremiyoruz maalesef.
Yani CMK’nın da bazı noktalarda, tabi bunu hepsi için söylemiyoruz. Örneğin Terörle Mücadele Kanunu varken, bütün kanunların bu anlamda çok iyi düzenlendiğini iddia etmiyoruz.
Mesela işkence konusunda da ve bilirkişilik meselesinde de aslında kanunlarda çok açık düzenlemeler var. Bu [otopsi] düzenlemesinde de CMK’nın ilgili maddesinin gerekçesinde de avukat tarafından getirilen hekim de otopside hazır bulunabilir [diyor]. Böylece adil yargılanma hakkı güçlendirilecektir deniyor aslında.
Soruşturmada sağlam delilerin elde edilmesi konusunda bir vurgu yapılarak hem avukatın rolüne hem de bağımsız hekimin rolüne atıf yapılıyor. Peki, düzenlemeler böyleyken uygulamada nasıl? Daha önce de söyledim, bu 2011 genelgesi ve 2015 genelgesi gerçekten ailelerin mücadelesiyledir.
Mezarlıklarda
Peki, bu genelgeler getirildikten sonra ve bu genelgelerin dışında aynı zamanda Adalet Bakanlığı Minnesota Protokolü'nün dışında Kızılhaç komitesinin insan kalıntıları ve ölüye ait bilgilerin uzman olmayan kişilerce toplanmasına ilişkin bir uygulama isimli rehberine de atıf yapıyor, aslında bunu da esas alıyor.
Burada tam olarak mezarlıkların açılması, bu çalışmaların yürütülmesine dair yapılmış düzenlemelerdir. Peki, bu mezarlıklar kaybedilen kişileri ve yargısız infazları açığa çıkarmak için, bu dosyalar yeniden açıldığında bu raporlama çabaları güdüldüğünde ne oldu?
Bu düzenleme ile aslında çok sayıda bilgiye erişme şansı vardı. Ama toplu mezarları yeniden açmak kanıt ve kimlik toplamak ve yine akrabaların ve insan hakları örgütlerinin dâhil edilmesi konusunda maalesef yine eksik kalındı ve bu da devletin denetimi altında yapıldı.
Yani insan hakları örgütlerinin denetimine açılan bir süreç yürütülmedi maalesef. Yine kaybedilen kişilere ve onların akrabalarına ilişkin bilgiler uluslararası standartlara uygun şekilde toplanmadı, güvenilir bir şekilde saklanmadı. Buna dair mesela ne bilgi toplandı, nerededir buna erişemiyoruz.
Bu süreci çok yakından daha yakından takip eden, yani yargısız infazlar ile ilgili süreci çok daha yakından takip eden meslektaşlarım belki ekleme yaparlar. Ama buna dair verilere ne kadar erişebildiğimiz tamamen yine otoriterlerin insafına bırakılmış durunda.
Ve bir de çok önemli bir şey var burada bir zaman aşımı var. Dolayısıyla bu süreçlerin şimdiye kadar sağlıklı bir şekilde yürütülmemesinden kaynaklı, şu an özellikle 90’lı yıllarda kaybedilenlere, yargısız infaz edilenlere dönük olarak bu soruşturmalarda bir zaman aşımı problemi de gelecekte, hatta şu an itibarıyla neredeyse karşımıza çıkmış durumda.
Aziz Yural
Bunun dışında daha yakın tarihe gelecek olursak, sokağa çıkma yasakları döneminde Minnesota otopsi protokolü nasıl uygulandı? Yargısız infazlara ilişkin tespitler ve soruşturmalar nasıl yapıldı? Aslında çok açık hepimizin bildiği bir örnekle başlayayım.
Cizre’de sağlık çalışanı Aziz Yural, çatışmalar esnasında sokakta ayağından yaralanan bir kadına acil müdahale etmek istediğinde keskin nişancılar tarafından kafasından vurularak öldürüldü.
Şimdi Aziz'in otopsi raporunu okuduğumuzda, yine Aziz'in soruşturma sürecini yürüttüğünüzde aslında Adli Tıp Kurumu’nun ortaya koyduğu bu raporda yani hukukçular için sadece Adli Tıp Kurumu değil burada mesele, sadece bu raporla bile bir yargısız infazın gerçekleştiğini ortaya koyabiliyorsunuz.
Çünkü sokağa çıkma yasağı döneminde devletin argümanı bir çatışma ortamı olduğu ve o çatışma ortamı içerisinde ve genelde de zaten iddia ettikleri, militanların çatışma ortamında öldürüldüğüydü.
Oysa bir sağlık çalışanının bir yaralıya müdahalesi esnasında keskin nişancı tarafından kafasından vurulması, bunu ortaya koyan bir raporun varlığıyla çok net bir şeklinde aslında yargısız infazı ve devletin çatışma bölgesinde kendi egemenlik sahasında bir kişinin yaşam hakkını koruma noktasında yükümlülüğünü yerine getirmediğini ve hatta bizzat faili olduğu ortaya koyuyor. Sadece Aziz Yural'ın durumu bile bunu ortaya koyabiliyor ama mesele sadece bu değil.
Maalesef sadece Aziz değil kaybettiğimiz. Sokağa çıkma yasaklarında zaten ilk olarak özellikle Cizre’de bunu yaşadık, diğer yerlerde de yaşadık. Yani kişilerin beden bütünlüğü korunmuş durumda değildi. Tanınabilecek durumda değildi.
Devlet tarafından ya da kamu görevlileri tarafından öldürülen kişilerin bazılarının beden bütünlüğü tam değildi, bazıları tanınamayacak durumdaydı. Dolayısıyla bu durumdaki kişilerin DNA eşleşmesi sayesinde teşhisi mümkündü. Ancak ne DNA eşleşmesiyle alakalı süreç sağlıklı yürütüldü, ne de bu kişilerin otopsileri noktasında sağlıklı süreç yürütüldü.
Sur, Cizre, Nusaybin, İdil, Yüksekova
Otopsileri sırasında yani kimlik teşhisinin mümkün olmadığı bu kişilerin avukatlarından vekâlet istendi. Otopsilerine girmek isteyen avukatlarından vekâlet istendi. Avukatların otopsiye getirmeye çalıştığı bir örneği Silopi’de yaşadık.
O dönem Türkiye İnsan Hakları Vakfı'ndan (TİHV) Önder hoca, Silopi’deki otopsilerin bir kısmına, daha doğrusu ilk gün yapılan otopsilere katıldı, izin verildi, daha sonrasındaki otopsilere girmesine izin verilmedi.
Biz birçok yerde Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, İdil'de, Yüksekova’da yani aslında avukatların bir şekilde iletişime geçtiği ya da iletişimde olduğumuz avukatların hepsinde şunu görüyorduk: Kimliği tespit edilemeyecek insanların avukatlarından yani orada bulunan avukatlardan vekâlet isteniyordu.
Bunu da yapan Cumhuriyet savcılarıydı aslında. Peki, bu DNA eşleşmeleri süreci aileler yönünden nasıl yapıldı? Aileler yönünden bu süreç gerçekten çok uzun süreçlere yayıldı.
Cezaevi, cenazeler
Ve çok acı bir şekilde Türkiye’de yine her şeyi bugün cezaevi meselesinde görüyoruz. Her şeyi kılıfına uydurmak için sürekli yönetmelikler, sürekli yeni yasalar çıkartılıyor. O dönemde hatırlarsanız Ocak ayında, Ocak 2016'da, önce Adli Tıp Kurumu kanunu uygulama yönetmeliği daha sonrada cenaze defin ve nakil işlemleri hakkında yönetmelik çıkarıldı ve cenazelerin gerekli süre beklenmeksizin defnedilmesinin toplu ya da bir şekilde yalnız olarak defnedilmesinin kimsesizler mezarlığına ya da tespit edilen başka bölgede defnedilmesinin önü açıldı.
Bu şekilde cenazeler ailelerden kaçırıldı ya da ne yapıldı Şırnak'ta devlet hastanesinde ya da başka sokağa çıkma yasağının ilan edildiği bölgelerde, devlet hastanelerinde cenazeler tutuldu adli tıp kurumuna sevk edilmedi. Ya da adli tıp otopsinin yapılacağı bir alan yaratılmadı.
O cenazeler günlerce hastane morglarında bekletildi ve biz erişemediğimiz için o dönem çok ciddi senaryolarla karşı karşıya kalabiliyorduk.
Zaten çok açık bir örneğini Cemile'nin cenazesinde yaşadık. Ailenin kendisi cenazeyi muhafaza etmek için evdeki derin dondurucuda muhafaza altına almak zorunda kalmıştı. Bu şekilde devletin kendisi de aslında bunu kendi devlet hastanelerinde yaptı ve bu noktada avukatların ve bağımsız hekimlerin neredeyse hiç bir otopsiye girmesinin imkânı sağlanmadı.
Anayasa Mahkemesi
Bununla beraber o dönem alınan daha doğrusu reddedilen bir takım Anayasa Mahkemesi kararlarına atıfta bulunmak istiyorum. Çünkü şunu ortaya koymak gerekiyor: Evet, şunu konuşuyoruz, kişinin ölümünü, öldükten sonra etkili soruşturma yapılmasını ama bir de kişinin yaşatılma ihtimali varken devletin ne yaptığını ve nasıl bir politika izlediğini ortaya koymak gerekiyor.
O dönem hatırlarsınız hepiniz, avukatlar, sayısız tedbir başvurusunda bulundular anayasa mahkemesine ve bazılarını AİHM'ne de taşıdılar.
Anayasa mahkemesinin çok ilginç bir kararı var Ayhan Şefik, Mehmet Orhan kararı. Anayasa mahkemesi, ailenin burada yaptığı, yakınlarının öldüğü, bir yaşam hakkı ihlali olduğunu ve bu konuda tedbir başvurusu talebinde bulunuyor.
Anayasa Mahkemesi devlet kurumlarıyla yazıştıktan sonra Diyarbakır Valiliği, Diyarbakır Savcılığı, İçişleri Bakanlığı’yla yazıştıktan sonra aileye ret cevabını şöyle veriyor: yakınlarının öldüğünü kanıtlayamadıkları gerekçesiyle ret kararı veriyor. Ve yetkili makamlarının cenazelere ulaşılması halinde gereğini yapacaklarını da gerekçesinde ekliyor.
Bazen çocuklar bizden daha açık bir zihne sahip oldukları için bir çocuk Türk bayrağının asıldığı yerde ailesine sormuştu. Bu ne? Türkiyeli bir çocuk, Kürdistan’da gerçekleşmiyor bu. Bu ne [diye soruyor] anne babasına? İşte Türkiye bayrağı. Peki, niye Türkiye bayrağı diyor çocuk, soruyor, yani biz Türkiye’de olduğumuzu unutuyor muyuz, niye buraya Türkiye bayrağı asmışlar? diye.
Şimdi Kürdistan’ın her yerini devlet insansızlaştırdı, militanları öldürdü, sivilleri öldürdü, egemenliğini ilan etti. Sanki kendi resmi olarak kendi sınırı değilmiş gibi yeniden egemenliğini ilan ettiği ve her yere bayraklar astığı bir yerde AHİM'in de, BM'nin de şu ilkesini, kararını gözetmek zorunda:
"Burası senin egemenlik sahansa sen buradaki bireylerin yaşam hakkından, işkence görmeme hakkından, özgürlük ve güvenlik hakkından ve diğer temel haklarından sorumlusun. "
Dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin, yakınına ulaşamadığı için yaşam hakkı noktasına tedbir başvurusunda bulunan birisine yakınlarının öldüğünü kanıtlayamadıkları gibi bir gerekçeyle red kararı vermesi herhangi bir akılla açıklanabilecek bir durum değil. Bırakın mevzuatı, her hangi bir mantık ilişkisi içerisinde açıklanabilecek bir şey değil. Bunu açıklayamıyoruz gerçekten.
Nuriye Acar, İrfan Uysal başvuruları
Yine Nuriye Acar ve İrfan Uysal başvuruları var mesela. Burada da yani Nuriye Acar 20 günlük bebeğinin yanına gidemediği için tedbir başvurusunda bulunuluyor, Anayasa mahkemesi 112 ve 155i aramadığı için reddediyor.
İrfan Uysal bir belediye çalışanı olarak iş başındayken kolluk kuvvetleri tarafından devletin resmi görevlileri tarafından yaralanıyor ve bununla ilgili başvurusunda ise 112 ve 155 aranarak yardım istenebileceği gerekçesiyle başvurusu reddediliyor.
Şimdi 112 ve 155’i aramak ne demek, sokağa çıkma yasakları döneminde aslında kendi egemenlik sahasındaki yaşam hakkını tesis etmediği gibi ve o yaşam hakkının ihlal edilmesi noktasında bizzat fail olan devlete yerini tespit ettirmek ve aslında bir şekilde kendi yaşamını o devletin müdahalesini açmak anlamına geliyordu.
Anayasa Mahkemesi’nin bugün ya da o gün verdiği kararlarda böyle bir gerekçe ortaya koyması, yani Kürtler açısından kimi kime şikâyet ediyoruz meselesine dönüyor bir noktada.
Bu noktada Minnesota Otopsi Protokolü uygulanmadığı gibi avukatların ve avukatların hazır ettiği temsilcilerin bu otopsilere dâhil edilmediği, soruşturmaların gerçekten etkili bir şekilde yürütülmediği, bizim dâhil edilmediğimiz, ailelerin DNA örneğinin alınması noktasında bile prosedürün gittikçe uzatılması, ailelerin bu süreçte yıpratılması ve cenazelerin bekletilmeden gömülmesi gibi birçok şeyi beraber yaşadık.
Ve maalesef bir hukuk mücadelesi verdiğimiz halde birçok noktada sadece AİHM’den ihlal alma gibi sonuç aldığımız yerlere vardık. Bu noktada bizim de daha fazla mücadele yöntemleri geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. (Lİ/AI/AKP/KU)
18 Aralık 2021'de webinar olarak gerçekleşen “dli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, İnisiyatif'ten Ayhan Işık yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı bianet'te yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz. e-posta: [email protected]
Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölüye Saygı ve Adalet
Adli Tıp Kurumu nasıl, nasıl olmalı?/ Prof. Dr. Ümit Biçer
Yaşam Hakkı ihlali soruşturmaları ilgili yasaları ihlal ediyor/ Rengin Ergül
30 yıldır kemiklerimizi bir mezara koyamadık/ Adnan Orhan
"Ölüye saygı ve adalet"te Adli Tıp/ Eren Keskin