Bugün, insan hakları söylemi ve pratiği, 77 yıl boyunca belgelediği kazanımların ciddi bir geri tepmeyle karşı karşıya. Faşizmin ve Nazizmin Avrupa’yı sarstığı, Avrupa coğrafyasıyla yetinmeyip dünyada yol açtığı vahim sonuçlardan devletlerin ve toplumların çıkarttıkları derslerin artık göz ardı edildiği, otoriter yönetimlerin, faşist yöneticilerin toplumsal alanlarda korkutucu karşılıklar bulduğu bir dönemde insan hakları savunusunda diretiyor, yeni koşullara hitaben yeni taktikler arıyoruz. İnsan hakları mücadelesine tanıdık bir nosyon, hakların kesişimselliği ve dolayısıyla bütünselliği bu açıdan bir çıkış noktası sunabilir mi?
Hakların bütünselliği bir yandan açık, diğer yandan zorlayıcı bir konu. Zira, burada türler arası hakların kesişimselliğine, insanlarla insan olmayan hayvanların hakları arasındaki bağlantıya bakıyorum. Bu bağlantıyı somutlaştırırken başvurduğum temel nosyon: Yaşam hakkı.
Bu bağlantıyı açarken ‘insan haklarıyla insandır’ sloganımıza başvuruyorum: İnsanlar doğuştan hak sahibidir; bunların ihlali insanlıklarını eksiltir, insanlıktan çıkarır. Hemen, aslında sloganın içinde gizli revizyona cüret edeyim: İnsanlar kendilerinin ve ötekilerin, kendileri gibi olmayan, kendilerinden olmayanların haklarıyla insandır. İnsanların doğuştan sahip olduğu, ilgili hukuki düzenlemelerin çıkışında olan hakların başında gelen yaşam hakkı bu revizyonun odak noktasını oluşturuyor – yaşamak, yaşamaya devam edebilmek hakkı. Oradan, ‘nasıl bir yaşam’ sorusuna bağlı olarak diğer haklar türer.
İnsan haklarının tarihsel evrilişinde sınırlılıktan kapsayıcılığa geçişi görürüz. Başlangıçta, erkek mülk sahiplerinin hakları insan hakları olarak kodlanır. Ardından mülksüz erkeklerin hakları kapsama girer. Ardından üst sınıf kadınların ve sonrasında mülksüz kadınların... Bu hattaki hâkim kriterler, insanların ölmemek anlamında yaşamak, mülk edinmek, çalışmak, evlenmek - boşanmak, kendini bireysel ve grup düzeyinde ifade etmek, örgütlenmek, kamu hizmetlerine erişimi içerecek şekilde genişler. Bu genişlemede temel izlek, başlangıçtaki hakların temel öznesinin somut çıkış noktası olan burjuva erkeklerden doğru anlaşılan doğal ve dolayısıyla yasalarla garanti altına alınan hakların zamanla bu grubun dışında kalanları ve onların ihtiyaçlarının işaret ettiği hakları da kapsayacak şekilde revize edilmesidir.
Hakların öznesi insanlardır; muhatap yönetici erktir. Bu erk şiddetin kontrolünü tekelinde bulundurma iddiasındadır; bu iddiayı meşrulaştırırken, tekel için rıza alırken insanların yaşam hakkını ve bu haklardan türeyen diğer hakları garanti altına alacağı sözünü verir. Bu bir söz müdür, iddia mıdır, ayrı konu. Ama insan hakları söyleminin tarihselliği içinden sözün de iddianın da geçersizliğini görürüz.
Şiddet tarih boyunca insanların hayatının daimi bir bileşeni - özellikle toplumsal ve siyasal alanda olup bitenlerin. Tam da burada haklarla şiddetsizliğin temel alındığı barış anlayışı ve ilgili pratikler gündeme geliyor. Barışı anlamaya çalışırken referanslardan biri olan Johan Galtung barış için şiddetin her biçiminin ortadan kaldırılmasını ve şiddeti dışlayan yaratıcı çatışma yöntemlerinin kullanılmasını öneriyor. Şiddeti fiziksel, psikolojik, toplumsal, ekonomik formlarıyla anlıyor. Özellikle üzerinde durduğu formlardan biri, yapısal şiddet: Bir toplumsal, siyasal yapı insanların temel ihtiyaçlarını karşılamalarının önüne geçiyorsa yapısal şiddetten bahsedebiliyoruz.1
Barışın insanlar açısından temel ihtiyaç olduğu açık değil mi? Yaşam hakkının garanti altına alınması için vazgeçilmez bir koşul olarak barış. İnsanlık İçin Kadınların Küresel Şartı ve Bu Dünyayı Mümkün Kılma Koşullarına göre: 2 "Barış kadınlarla erkekler arasındaki eşitlik, hakların korunması, herkesin onurlu ve şiddetsiz bir yaşam sürmesi, istihdam, gıda, barınma, giyim, eğitim için yeterli kaynaklara sahip olması, yaşlılıkta korunma ve sağlık hizmetlerine erişim hakkı"nın uygulamaya konulmasıdır. Yapısal barış perspektifine dayanan bu tanımda, iki devlet arasında savaşın olmamasının barışı garantilemediğine, barışsızlığın nihai sonucunun şiddetin kitleselleşmesi olduğuna işaret edilir.
Vicdan Bildirgesi: Feminist Bir Barış Bakışı’nda bu bağlantı belirginleşir: 3 "Yeryüzü Vatandaşları olarak saldırganlık ve şiddetin olmadığı bir yaşam sürme hakkına sahibiz ve herkesi kendi terörizm deneyimlerini eklemeye ve barış özgürlüğünü tekrar tekrar beyan etmeye çağırıyoruz. ‘Kötü’ karşısında ‘iyi’ retoriği geçersizdir. Bütün muharebelerde ‘iyinin’ hedeflendiği iddia edilir. Ama zafer genellikle daha fazla ölümle, annelere ve çocuklara tecavüzle, kız çocuklarının cinsel hizmetçiliğe zorlanmasıyla kutlanır. Yaşamı yaratan ve besleyenler şiddet içeren çatışmaların ilk ve son kayıplarıdır. Şiddeti ekenler kahraman ilan edilir."
Kahramanlığın savaş ortamlarında mümkün olmadığına, zira, kahramanlığı yaratıcı edimlerle tanımlamak gerektiğine işaret eden okumalar var: Kahramanın "her bir hikâyenin merkezinde duran özneler" 4 olduğundan hareket ettiğimizde, barışın olmadığı, kitlesel şiddetin hüküm sürdüğü savaş ortamlarında öznelerin aynılığını, kahramanlığın anonimliğiyle örtmek, insanların yeryüzündeki ortaklaşa hikâyelerini, dolayısıyla, birlikte yaşayabilmenin gündelik kodlarını silmeyi, yaratmak yerine yok etmeyi, her birimizin barışın kurucuları, eyleyicileri yerine, savaşın harcadıkları ya da savaşla beslenenler olmamız riskini beraberinde getirir.
Belki, kahramanlığın moderne sinmiş eril kodlarını silkelediğimizde, bir başkasının silerek değil, diğerleriyle birlikte yeryüzünün, dolayısıyla, kendimizin hikâyelerini yazabildiğimizde barışa bir adım yaklaşırız.
Söz konusu olan yeryüzüyse bu dünyada yaşayageldiklerimizin salt insan türüne özel ve bu türden ibaret olmadığını söylemek mümkün. Şiddetin farklı formlarının gündeliğe sirayetinde insanlarla insan olmayan hayvanlar arası bağlantıları hesaba katmak bunu netleştirir. Örneğin, Arendt, ‘komşunu sev’ sözüne bakarken yeryüzünde olmaklığımızla içine girdiğimiz, komşuluktan bahseder.5 Arendt’in insan-merkezciliği, anaakım anlamıyla insan sevgisi üzerinden işlemez. Yeryüzüne duyulan sevgidir, aslolan. Sevgiyi bugün yaygınlaşan hamasi algıya dayanarak değil, yeryüzüne duyulan bağlılığa referansla tanıtır. Donna Haraway, ‘sevmek’ der, ‘dünyevi olmaktır; bizler açısından önemli olanlarla ve önemli ötekilikle bağlantıda olmaktır.’6 Belki de, ‘komşularına huzurla yaslanabilecekken kalın, sağlam bir gövde geliştirme’ ihtiyacı duymayan ağaçlar gibi olmaktır.7
Öyleyse, insan hakları savunuculuğunda insanı merkeze oturtan söylemsel pratikleri yeniden düşünmek gerekir. Sözgelimi, ‘sömürgeleştirilmiş, köleleştirilmiş, vatandaş olmayanlarla insan olmayan hayvanlar arasındaki söylemsel bağı’ hesaba katabiliriz.8 Örneğin, Afrika kökenli Amerikalı erkeklerin ABD’de ‘tehdit altında tür’ olarak tanımlanması tarihteki köleleştirme pratiklerinin devamı niteliğinde: İnsan dışılaştırma eşittir hayvanlaştırma burada belirleyicidir. Ebu Ghraib’de ABD askerlerinin savaş tutsaklarına yaptıkları işkence, benzer bir insan-dışılaştırmayı resmediyor. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa’daki hayvanat bahçelerinde Avrupalı olmayanların sergilenmesi bir diğer örnek. Ve Ruanda’daki soykırımda Tutsilere ‘hamamböceği’ denmesi... ABD başkanı Donald Trump’ın ikinci kez aday olduğu sıralarda Meksika’dan gelen mültecileri, alt-insan, hayvan olarak nitelendirmesi... İnsan hakları rejiminin tarihsel köklerinde nasıl mülk sahibi olmayanlar, erkek olmayanlar, rasyonalitelerini belgeyemedikleri için hak öznesi olarak tanınmıyorsa, şimdinin bugünkü tarihinde mülkiyetle alâkası olmayan, insan rasyonalitesine uymayan başka türler hak/sız kılınıyor. Galtung’un şiddet - barış kavramsallaştırmasından yola çıktığımızda, insan olmayan hayvanları hak öznesi olarak görmemek şiddetin nesneleri olmalarını baştan kabul etmek, barışı ertelemek anlamına geliyor.
Öyleyse, belki, insanlık tarihinde bir türlü becerilemeyeni, kalıcı barışı, insan-merkezci yaşamda değil, yeryüzünde aramak umudumuzu tazeleyecek bir yoldur. Yeryüzüne dayanmak, tek başımıza sağlamlığın nafileliğini, birbirimize yaslanarak biraradalığın neşesini görmemizi gerektirir. Öyleyse, barış her birimizin, hepimizin yeryüzüne borcu değil de nedir? Yine öyleyse, inatla, tökezleyerek, yorularak olsa da hak savunusunun bütünselliğinden vazgeçmeden devam edeceğiz. Yeryüzüne borcumuzu, mücadelemizi umutsuz bırakmayarak ödemeye çalışacağız. Sevginin hınçsız, mülkiyetsiz, öfkesiz formlarını arayacağız - yeryüzüne saygımızı tüm türleri kapsayacak şekilde yaşatacağız.
Carl Schmitt’in, ulus-devletler arasındaki ilişkilenmeyi anla(tır)rken dost - düşman ikiliğinden esinlenmiyor mu, nereden geldiği akla israf hınç uygulamaları? Düşmanın ne kadar güçlü olursa olsun, senin karşında aşağılıktır, insana yüklenen değer neyse ona uymaz, o nedenle katli vaciptir; her türlü mezalim meşrudur - değil mi?
Öte yandan, yeryüzü tarihine biraz daha derinlikli baktığımızda insanların yanı sıra, bitkileri, denizi, okyanusu, böcekleri, insan dışı türleri seçebiliriz. Yeryüzünün ahengini görmek zor değil; betona tutkun günümüz insan modelinin nafileliği tarih boyunca akan bu ahenkle apaçıklaşır.
Bugün Türkiye’de sokaklara diktikleri binalarla önce ağaçları, sonra o binalara yerleşen insanların rahatlığını bahane ederek köpekleri, kuşları, kedileri sıfırlamaya çıkan muktedir grup bu apaçıklığı göremeyecek kadar şaşmış olamaz. Ancak, kurumsal iktidarın gündeliğin kılcallarına ulaşan uzantıları herkesi rantiyeye ve rantiyeye bitişik şiddete, dolayısıyla barışı ertelemeye çağırdığı ölçüde öncelikle kendinden başka türe, canlıya tahammülsüz, dolayısıyla kendi türü dışındakini düşman ilan eden bir insan tiplemesini beraberinde getirir. Artık, rant için katli vacip kılınır, her yabancı, öteki addedilenin.
İnsan hakları rejiminin kazanımlarına dayanarak yeryüzünde birarada yaşadığımız insan-olmayan canlılarla bağlantımızı içine alan bir hak savunuculuğu belki bugün otoriter yönetimlerin ve bu yönetimlerden toplumsal alanlara sirayet eden şiddetin karşısında sadece durmanın değil, aynı zamanda, eylemenin de alternatifini gösterir. Neden olmasın?
Nihayetinde, sevgi umuda dayanır. Şiddetsiz bir geleceğin umudu için ilişkilenmemizi sağlar; Arendt’in işaret ettiği gibi geçmişle gelecek arasındaki bağı kuran hafızamızın geleceğe dair umudumuzu yenilemesinde vazgeçilmezdir. Yeter ki, kimi sevdiğimize dikkat edelim.
Dipnotlar
[1] Violence, Peace, and Peace Research, Journal of Peace Research, 6(3) (1969): 167-191.
[2] Beşinci Dünya Kadın Yürüyüşü toplantısı (Mart 2024), Tayland.
[3] Feminist Barış Ağı (Eylül 2022).
[4] Hannah Arendt, The Human Condition (1998): 184.
[5] Arendt, Love in St. Augustine.
[6] Donna Haraway, When Species Meet (2008): 97.
[7] Peter Wohlleben, Ağaçların Gizli Yaşamı (2025): 42-43.
[8] Haraway (1998): 18.







