Batı siyaset felsefesine yön veren en önemli düşüncelerden biri şüphesiz Aristoteles’in zoon politikon önermesidir.
İnsanın siyasi bir hayvan olduğu ve bu niteliğinin doğası gereği insan nüvesinde hazır bulunduğu savı, dolaylı yollardan ulus-devlet paradigmasının sarsılmaz unsurlarından birine dönüşmüştür.
Politika adlı kitabında Aristoteles, bu konuya değindiği esnada çok önemli bir farktan söz eder: Buna göre, insanı arılar veya karıncalar gibi nispeten siyasi olan hayvanlardan farklılaştıran alamet-i farika, konuşma yetisidir. [1] Bu yeti, insanların bir arada yaşamasını sağlarken sözü geçen hayvanların kuramadığı aile ve devlet gibi karmaşık yapıları tesis edebilmesini sağlamaktadır.
AKP’nin 18 Mart günü tedavüle soktuğu “Millet eğilmez, Türkiye yenilmez!” reklam filminin analizi, işte tam olarak Aristoteles’in altını çizdiği bu ayırıcı özelliğin akılda tutulmasıyla mümkündür. Nitekim Erdoğan’ın tahayyül ettiği bir arada yaşama olgusu tartışabilmeyi, istişareyi mümkün kılan konuşma yetisinden ziyade dürtüsel bir temeli olan birlikte-hareket etme kabiliyetini ön plana çıkarmaktadır. Bayrağın “gizli bir el” tarafından gönderden indirilmesinin akabinde muhtelif bireyler, blok halinde hedefe yönelmiş olan kalabalığa katılırlar ve bayrağı göndere yeniden çekebilmek için karınca yuvalarını andıran bir sürü içinde kaybolurlar.
Son zamanlardaki tartışmaları göz önünde bulundurduğumuzda, bu resim bize çoğunluk-çoğulluk arasındaki gerilimin Erdoğan tarafından çoğulculuk aleyhinde neticelendirildiğini ortaya koymaktadır.
Erdoğan’ın yüceleştirdiği millet kavramı insanların konuşma yetisinin askıya alındığı, ontolojik bir gerileme minvalinde insanların arılardan/karıncalardan farkının kalmadığı bir fanteziye dönüşmüş durumdadır. İnsanların canhıraş bir şekilde Boğaz'ın soğuk sularına atlamaları; adeta birbirlerini ezercesine olay mahalline intikal etmeleri gülünç olduğu kadar vahim bir zihin ikliminin yansımalarıdır.
Lakin dikkat etmemiz gereken husus mevcut: Bu fantezinin bina edildiği insan dürtüselliği, adı geçen hayvanlardakinin aksine tarihsel koşulların izlerini taşımaktadır. Bu koşullar arasında vatan, millet, ihanet, bayrak, şahadet, ezan gibi Türk-İslam sentezi motiflerinin bulunması ise tek kelimeyle “manidardır”. Siyasi ve sosyolojik kavramlarla yoğrulan bilinçaltının, dürtüler üzerine inşa edilecek olan bir istiklal mücadelesi söylemi bağlamında ne tür yıkıcı etkiler taşıyacağı bu fantezilerde bir nebze olsun açığa çıkmaktadır.
Reklam filminin propaganda unsurunu oluşturan bayrağın göndere yeniden çekilmesi teması ise üzerinde durmamız gereken ikinci başlık olarak gözükmektedir.
Son sahnede uzak plandan çekilen manzara, üst üste istiflenmiş insanların grotesk bir mimarinin parçalarını oluşturduğu fallik (phallic) bir simgeyi göz önüne koymaktadır. Yığınlar adeta bayrağın organik uzantısına dönüşmüş, uğradığı hain saldırı neticesinde gönderden “inen”, “gücünü kaybeden” simgenin yeniden eski şaşaasını kazanmasına ön ayak olmuşlardır. Bu görüntü bir fantezi nesnesi olarak ele alındığında, Gezi Parkı ve 17 Aralık süreci sonrasında oluşan siyasi krizin, AKP’nin “iktidarsızlaşma” korkusunu ne şekilde tetiklediğini ifşa etmesi bakımından son derece önemlidir. Unutulmamalıdır ki bu korkuya eşlik eden, mevzu bahis duruma yol açanların cezalandırılması, tahakküm altına alınması arzusudur.
Reklam filminde ön plana çıkarılan “bayrak” motifi, Pulitzer ödüllü Iwo Jima’da Bayrağı Dikerken [Raising the Flag on Iwo Jima] fotoğrafında ya da Ulubatlı Hasan söylencesinde olduğu gibi, düşmana/düşmanlara karşı bir zafer istencini de içinde barındırmaktadır.
Slavoj Žižek’in de altını çizdiği gibi bayrak, din, ırk gibi ulusal simgeler bu değerleri yaşatan insanlar tarafından yabancının/diğerinin anlayamayacağı şeyler olarak değerlendirilirken, arka planda bu değerlerin sürekli tehdit altında olduğu şeklinde paranoyak bir haz mekanizması bulunmaktadır. [2] Yerel seçim başarısının nihai kıstası olarak gözüken hizmet siyasetinin bu reklam filminde ön plana çıkarılan bir takım fantastik öğelerin gölgesi altında kalması, AKP’nin 30 Mart sonrası dönemde ne tür siyasi söylemlere başvuracağına ve iktidarı kaybetmemek uğruna neler yapabileceğine dair uyarı niteliğindedir.
30 Mart sonrasında Erdoğan’ın sözde “paralel devlet” olarak tasvir ettiği yapıyı imha etme yolunda adımlar atacağı bizzat kendisi tarafından dile getirilmiştir.
Reklam filminde bayrağın gönderden inmesinin müsebbibi olarak yansıtılan kişi, kuşkusuz, hâlihazırda muğlâk bir yapılanma olarak gözüken “paralel devlet”in ta kendisidir. Üzerinde durulması gereken husus ise bu “düşmanın” hangi şekilde yansıtıldığıdır: Siyah deri eldivenler, James Bond gözlükler ve uzunca pardösü, Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında aşırı sağ ideolojilerin başvurduğu "dış mihrak" algısının oluşturulmaya çalışıldığı izlenimini vermektedir.
Bu yöntem, sözde paralel yapının Erdoğan'ın vurgulamaktan usanmadığı "faiz lobisi" ve uluslararası alanda faaliyet gösteren sermaye gruplarıyla bağlantısı olduğu intibasını bırakmaktadır. Son zamanlarda giderek artan, Fethullah Gülen'in CIA ve muhtelif Musevi cemaatleriyle ilişkisi olduğu haberleri, reklam filmindeki esrarengiz karakterin tasarlanmasında Türkiye'de giderek yaygınlaşan antisemit motiflerden nemalanıldığına delalet etmektedir. [3]
Sözlerimi tamamlamadan önce belirtmem gerekir ki reklamcıların algı yönetimi açısından gösterdiği azami ilgi ve dikkat, çok mühim bir ideolojik "anın" ortaya çıkmasına “istemeden de olsa” vesile olmuştur. Bayrağın başlangıçta gönderde dalgalanmasını sağlayan unsurun halkın aksine mekanik bir düzenek olduğu gözükmektedir. Bu ayrıntı gözden kaçmamalıdır.
Milletin eğilmeyeceği, Türkiye'nin yenilmeyeceği söylemi ise etkinleşmek için tam olarak bu düzeneğin varlığına ve aynı zamanda bozulmasına ihtiyaç duymaktadır. Sistemin neden bozulduğunun tahkiki yerine sistemi bozanın kim ve kimler olduğuna yönelik spekülasyonlar ise sistemi ilk raddede kuranın kriz anında başvurmak zorunda olduğu bir anlatı olarak değerlendirilmelidir.
Erdoğan'ın bu reklam filmini hazırlayanları bizzat arayarak kutlaması; YSK'nın seçim yasaklarına karşı gelerek "yasakları yasaklayacağız" şeklinde kadir-i mutlak bir tutum sergilemesi, bu anlatının zamanla mitsel bir nitelik kazanacağına dair işaretler olarak yorumlanmalıdır. Almanya ve İtalya gibi tarihsel örnekleri göz önünde bulundurduğumuzda, Erdoğan’ın yoğunluğu giderek artan bir şekilde kendini milletle özdeş gösterme çabası, endişe verici seviyeleri çoktan geçmiştir. Öyle ki uzun süredir gündemi işgal eden ve Erdoğan’ın otoriterleşmesini vurgulayan tartışmalar, yakın gelecekte totalitarizm belasından dem vuran bir fısıltıya dönüşebilir. Yasakların yasaklandığı gün, bugünlerin mumla aranacağı gündür.
* Buğra Yasin, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslarası İlişkiler bölümü, doktora.
[1] Aristotle, Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 2007), s. 13.
[2] Slavoj Žižek, Tarrying with the Negative (Durham: Duke University Press, 1993), s. 203.
[3] Rıfat N. Bali, “Present-day Anti-Semitism in Turkey”, 84 (2009). Jerusalem Center for Public Affairs (jcpa.org). Erişim tarihi: 19.03.2014.