Türkiye’de yargı kararlarının herkese karşı aynı kararlılıkla uygulanacağına dair bir iddiada bulunulabilir mi?
Ne yazık ki Türkiye artık bu iddiayı sahiplenecek kadar iyimser insanları barındırmıyor. Hangi sosyoekonomik sınıfa ait olursanız olun, uygulamanın gerçekleri teoride sizi bu iddiayı savunmaktan aciz kılıyor.
Yargı kararlarının uygulanmadığı birçok örneğe sahibiz. Uygulamada görülen bu aksaklıklar idarenin taraf olduğu idari yargı kararlarında daha çok kendini gösterir. Bilindiği üzere idari yargıda davanın bir tarafı daima idaredir. Türkiye’de yargı kararlarını uygulamak da idarenin sorumluluğunda olduğuna göre, idari yargıda aleyhine karar verilen taraf ile kararı uygulayacak taraf kesişmektedir. Uygulamada idari yargı mercilerinin verdiği kararlarda tebarüz eden uygulamama hallerinin en büyük sebeplerinden biri bu kesişmedir.
Özellikle son on yılda belirgin şekilde Türk ekonomisinin lokomotifi haline getiren inşaat sektörünü ilgilendiren davalarda, mahkemelerin vermiş olduğu yürütmeyi durdurma veya yıkım kararları uygulanmamaktadır. Üstelik davaya konu inşaat ne kadar kamuoyunda gündem olsa da Türkiye’de doğa ve kültüre verilen önemin eksikliğinden olsa gerek, bir süre sonra bu konu gündemden düşmekte ve söz konusu inşaat yargı kararırına rağmen bitirilmektedir. Örneğin, gündemi uzun süre meşgul eden İstanbul’un siluetini bozan kuleler, hakkında Danıştay’ın yani Türkiye’deki en üst idari yargı merciinin yıkım kararına rağmen yıkılmamaktadır.
Her ne sebeple olduğu ayrı bir bahis olmakla birlikte, Türkiye’de yargı kararlarının uygulanmasına verilen önem oldukça azdır. Oysaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarında, bir ülkede yargı kararlarının uygulanmamasının yargının, yani hukukun varlığını ortadan kaldıracak bir olgu olduğu belirtilmektedir. Bir başka açıdan söylersek, devletin gücünü dengelemek ve keyfiyeti önlemek üzere geliştirilen kuvvetler ayrılığı ilkesi temelinden sarsılmaktadır. Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü isimli kitabında Montesqieu’nun Kanunların Ruhu’ndakuvvetler ayrılığını düşünmüş ve önermiş olsa da satır aralarında bir kuvvetler birliğinden ya da iktidarlar arası yeni bir ilişkiden söz ettiğini belirtir: Leviathan’ın bir elinde asa, bir elinde kılıç vardır.
Belirli bir tekâmül sürecinin sonunda kurumsallaşmış iktidar olarak devlet, yasa yapan ve yaptırım tekelini elinde bulundurandır. Bir başka deyimle, “iki Y’siz toplum olmaz: yasa ve yaptırım.” Görüldüğü üzere yaptırım, yani yasanın etkin bir biçimde uygulanması en az yasanın ve hukukun varlığı kadar önemlidir. Aksi halde kime karşı ve ne zaman uygulanacağından emin olmadığımız bir yargıya kim, niçin güvensin sorusu tüm heybeti ile karşımıza çıkmaktadır.
Hans Kelsen de hukukun varlık koşulu olarak geçerlilik ve etkililik unsurlarına değinmektedir. Geçerlilik, Kelsen’in meşhur normlar piramidi uyarınca, bir normun meşruiyetini bir üst normdan almasını ifade etmektedir. Kelsen’in hukukun varlık koşulu olarak bir normun meşru olmasının yanında olmasını şart koştuğu unsur ise etkililiktir. Etkililik ve geçerlilik Kelsen’de birbiriyle bağlantılı kavramlardır. Bir hukuk normu eğer etkiliyse meşruluk kazanır. Çoğunluk tarafından etkin bir biçimde saygınlık kazanan kural meşru olacaktır. Meşruluk, yaptırımla güçlenir ve hukukun ayırıcı özelliği yaptırım gücüdür. Kelsen’in bu görüşlerinin mefhum-u muhalifinden, herkese karşı uygulanamayan hukuk kurallarının, hatta hukukun kendisinin meşruiyetini kaybedeceğini tespit edebiliriz.
Yasa ile yaptırımın birbirinden ayrılamayacak denli bütünleşik kavramlar olduğu ortadadır. Fakat ülkemizde uygulanmayan yargı kararları ve bunların sonuçlarına karşı akıl almaz bir vurdumduymazlık var.. Bu umursamazlık sebebiyle, yargı kararları aleyhine inşa edilen yapıları protesto eden ve bunlara tepki gösterenler de marjinal bir konuma itilerek, azınlık olmaya mahkum edilmektedir.
Yasayı yapan ve kılıç ile yani yaptırım ile bunu uygulaması gereken devlet, bu kılıç kendisine ve siyasi veya ekonomik açıdan güçlü kişilere karşı kullanılması gerektiğinde pasif bir tutum sergilemekte, kılıcı kullanmaktan kaçınmaktadır. Halkın bu konuda aktif bir tepkisi olmadığından var olan uygulama, sanki bu normalmiş, doğal olan buymuş gibi devam etmektedir.
Halkın bu konudaki tepkisinin önemine dair ilginç bir örneği yine İktidarın Üç Yüzü’nden verebiliriz. Aktif yaptırım gücünü kullanan bir yöneticiden yoksun olan toplumlar dahi yasanın uygulanmasından ödün vermezler. Eskimolar, Avustralya ve Kuzey Amerika yerlileri arasında kurallara sıkı sıkıya bağlı kalınmasını sağlayan unsurlardan biri, topluluk tarafından alaya alınma, küçümsenme, kınanma ve dışlanma korkusudur. Toplum yaptırım gücüne sahip bir mekanizmanın olmamasının verdiği eksikliği, yasayı ihlal edenleri toplumdan dışlayarak ve kınayarak telafi etmeye çalışmaktaydı. Yaptırımın olmaması bakımından bu toplumlara benzeyen ülkemizde ne yazık ki toplumun yasanın uygulanması konusunda bir duyarlılığa sahip olduğunu söyleyemeyiz. Yargı kararlarına rağmen inşaatlarına devam eden iş adamları tüm şatafatları ile gazete ve televizyonlarımızda arz-ı endam etmekteler.
Başlıktaki soruya dönecek olursak, yasa devletin elinde, kılıç da öyle. Fakat bu kılıç herkese karşı kullanılmıyor. Toplum da devleti bu konuda uyarmak veya yasayı çiğneyenleri dışlamak duyarlılığından yoksun. O zaman şu sonuca varabiliriz:
Kılıç herkesi kesemiyorsa yasanın varlığı bir şey ifade etmez. (KO/HK)
* Fotoğraf: Anhmet Dumanlı - İstanbul/AA