Fotoğraf: Evrim Kepenek/bianet
“Her kadının boynunda, korkunun incecik zinciri ucunda taşıdığı bir şey vardır - bir çılgınlık muskası. Ve her birimiz için aşağılanmanın öylesine yoğun olduğu bir an gelir ki, zincir boynumuzu yırtacak da olsa, elimizi atıp muskayı koparırız. Ve bizi gerçeği görmekten kurtaran son koruyucu da yoktur artık.”
Robin Morgan
Dilin politik olduğu yadsınamaz bir gerçeklik. Dil, kullandığımız kavramlarla, sözcük bileşimleriyle ve hatta ifade ettiğimiz andaki mimiklerle birlikte hayatı anlama, yorumlama ve bir tutum geliştirmenin örüntüsü olarak varlığını sürdürür.
Mesele nedir?
İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, uzunca bir zamandır kadına yönelik şiddetin gün be gün tırmanması ve canice ölümlerin üstüne tonlarca kişinin konuşması sonrasında meselenin kendisinden elimizde kalan şey, dilin politik varlığının olması, meselenin kime ait olduğunun belirsizliği ve bir cinsiyete hapsolmadan şiddet olgusunun artık bir insanlık meselesi olmasıdır. Bu yüzden kadına yönelik şiddetin ve kadın “meselesinin” ne olduğunun anlaşılması elzem.
Adım adım ilerlemek gerekirse ilk önce İstanbul Sözleşmesi’ne karşı yapılan eleştiriler üzerinden sözleşmenin ne olduğu ve hatta daha ziyade ne olmadığını anlayalım. Eleştirileri belli başlıklar altında toplamak gerekirse bunlardan ilki, sözleşmede geçen toplumsal cinsiyet eşitliği (gender equality) kavramı. Belli bir kesim tarafından toplumsal cinsiyet eşitliğinin toplumdaki geleneksel cinsiyet algısını yapı bozumuna uğratarak bu bozulma sonucunda “ahlâki yozlaşmanın” meşrulaştırılacağı düşünülüyor ve toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının bu noktada uydurulmuş bir kavram olduğuna inanılıyor.
Ancak sözleşmenin 3. maddesinin c bendinde “toplumsal cinsiyet kavramı, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılmakta; kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, bir kadına karşı, kadın olduğu için yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır” diye açıkça ifade ediyor. Sözleşmeye direnç gösteren kesimlerin anlamamakta ısrar ettiği “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramıyla kadınlara biyolojik varlıklarından ötürü karşılaştığı şiddetin her türlü boyutu (fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik) engellenmiş olacaktır.
Erkeklik olgusunu zedelenmesi
Sözleşmenin şiddeti önleyici, engelleyici ve şiddete karşı tedbir içeren maddelerinin varlığından dolayı karşı çıkanların toplumun ahlâki bir yozlaşmaya uğrayacağından korktuklarını ifade etmiştik. Anlaşılan bu yozlaşma düşüncesinin altında erkeklik olgusunun zedelenmesi ve eril zihniyetin kadına yönelik her türlü eyleminde ben yaptım oldu mantığıyla hareket edebilmesi yatıyor. Sözleşmenin tüm bu davranış ve düşünce biçimlerine karşı tedbir alan politikaları destekleyici tavrı, sözleşmeye karşı olanlar açısından gayet anlaşılır bir durum. Ancak ataerkil erkek egemen zihniyetin ideolojik söylemlerinin ve bunu sorgulamadan kabullenenlerin istediği gibi emirler yağdırdığı, hayatına müdahale ettiği, sömürdüğü, istismar ettiği kadının sadece cinsiyetinden ibaret olmadığını yüksek sesle söylüyor olmak ahlâki bir yozlaşmaysa, bilinmeli ki, kadınlar tüm bu sözde “ahlâki” tanımları yerle bir edecek güce sahip.
Kol kırılıp yen içinde kalmamalı
Toplumsal cinsiyete dayalı eleştirilerin asıl ve belirleyici dayanak noktası, aile mefhumunun sözde tehdit edildiğine dair yapılan yorumlar. Ailenin toplumun en küçük parçası ve toplumsal dönüşümün temeli olmasından ötürü, bu kurum içinde yaşanan her türlü eylemin bir mahremiyet içerdiği düşünülüyor. Ancak “kol kırılınca yen içinde” kalmamalı. “Benimsin, bana aitsin ve ben istediğim kadar var olabilirsin” zihniyeti asla eşitler arasındaki bir ilişki biçimi olamaz.
Bu zihniyet sadece ve sadece ailenin bir mülkiyet ilişkisinin yansıması olduğunu gösterir ve bir yanılsama örneğidir. Kadın ve erkek arasındaki ilişkilere dayanan aile kavramında kadın, eş, anne, “içişlerinden sorumlu bakan” (ki bu çoğunlukla övünülerek bir şeymiş gibi söylenir) benzeri sıfatlarla ilişkilendirilen adlandırmalar üzerinden varlık kazanır. Bu açıdan bakıldığında bir erkeğin varlığıyla (soyadıyla) yeniden doğan kadın, eşler arasındaki her türlü mahrem ilişkide şiddete maruz kalmış olsa da, olumsuz davranış karşısında sessizliğini korumalı yanılsaması yeniden yeniden özellikle kadına dikte ediliyor.
Kadın değil, erkek sorunu
Bilindiği gibi, ailenin bir mülkiyet ilişkisi içinde kendini var etmesindeki ısrar ve bu ilişki çerçevesinde konumlandırılan kadın, âdeta bir eşya gibi kullanılması ve yararlanılması yönünde şekillendirilirken, sadece fiziki şiddetle karşılaşmaz, aynı zamanda ekonomik, psikolojik, duygusal, cinsel ve toplumsal olarak da şiddete uğrar.
Mülkiyet ilişkisinde kadını “sahiplenecek aciz bir varlık” olarak kurumsallaştıran eril zihniyettir ve bu zihniyeti kabul eden, nesilden nesile aktarılmasına katkı sağlayan cinsiyetler ötesi davranış kalıbıdır. O nedenle meselenin özü, bu mülkiyet ilişkisinden nemalanan eril zihniyet karşısında sesini yükseltmesi beklenen, hatta gereken, kadına yönelik şiddetin öznesi olan ve bundan etik-politik bir rahatsızlığı hisseden erkeklerle ilgilidir.
Bu açıdan bakıldığında, kadın sorunu yoktur! Var olan bir erkeklik sorunudur! Yüksek sesle, büyük harflerle bunun bir erkeklik sorunu olduğu artık öncelikle erkeklerin kendisi tarafından ifade edilmek zorundadır.
Durum böyle olunca burada ifade edilmek istenenin bir çağrı ve eleştiri olarak okunması umuduyla, “bu bir kadın meselesidir”, “bu aile içi bir şiddettir” gibi öteleyici cümlelerden ziyade, meselenin diğer tüm boyutlarını da saklı tutmakla birlikte, kadına yönelik şiddeti, sanıldığının aksine bir kadın sorunu değil, bir erkek meselesi olarak algılamak ve bu yönde politikalar geliştirilmesine katkı sağlamak gerekir. Sorunun kadın dolayımı üzerinden değil, bizzat öznenin kendisi üzerinden okunması, geç kalınmadan ele alınması artık elzem. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz ve gözlemlediğimiz kadına yönelik şiddetin ne aile kavramıyla ne evli olmak ve/veya olmamakla, ne çocuk sahibi olmak ve/veya olmamakla alakası var. İlişki biçimlerinin her türlüsünde kadına yönelik istismar ve şiddet bir zihniyet biçimini ifade eder ve bu en çok da erkekleri ilgilendiren erkeklik olgusuyla bağlantılıdır.
Köle ve efendi ilişkisi
Kadınlar yıllarca bu “köle/efendi ilişkisinde” mücadele ediyor ve giderek bu nesneleştirme “kültürüne” karşı çıkıyorlar. Gelinen noktada “köleliğe direniş”, “efendilerin” kendilerini, geleneksel öğrenmişliklerini bir eleştiri imbiğinden geçirmeleri ve bu direnişin kendilerinin de bir özgürleşme mücadelesi olduğu bilincine varmaları zorunludur. Kadınlarla dayanışmak, bu özeleştirinin niteliğine bağlıdır… sosyal medyada, hoş sohbetlerde bağlayıcılığı olmayan sözler yeterli değildir.
Bilindiği gibi, kadına yönelik şiddet karşısında veri olarak elimizde kalan cümleler arasında “kadın olsaydın da erkeğini tutmayı bilseydin”, “kadın kısmı az konuşur”, “yuvayı dişi kuş kurar”, “kocandır sever de döver de”, “çocuklarının anası evinin kadını” “kadın dırdırı- kadın kaprisi erkeği usandırır”, “sokakta hanımefendi mutfakta aşçı yatakta or.spu olacaksın” yer alır. Bu ve buna benzer tonlarca cümleler arasında ne yazık ki atasözleri ve deyimler de bulunuyor. Görüldüğü üzere kadın meselesine dair tüm yaptırımlar, yargılamalar ve hatta infazlar kadının eksikliği, yanlışı, “eksik bir varlık” oluşu, kısaca kadının erkek karşısındaki (sözde) “yetersizliği” üzerinden yorumlanıyor. Bu anlayışın temeli nedir?
Nedir bu hınç, nedir bu öfke?
Hemen hemen tüm toplumlarda kadın bir suçlu, kışkırtan şeytan, yönlendirilerek frenlenmesi gereken bir varlık olarak görülür. Dinsel bir arka plana dayanan bu algı, nesilden nesile eril kimliğe dayatılan bir “yarım elma” nevrozudur. Havva o elmayı vermeyecekti Adem’e! Kovdurtmayacaktı cennetten. Başka açıdan kadına yönelik bu kötülük nasıl anlaşılabilir? İşte bu nedenle erkekler artık bu algısal patolojiden özgürleşme çabasında olmalıdır. Kadınlarla dayanışmanın en önemli ayağı, eril algının radikal dönüşümüdür.
Orada ontolojik olarak değeriniz tükenmiş, cinsiyetinizin hangi renkle tanımlandığı önem kazanmıştır. Peki, gerçekte hissedilen ve fiziksel olmayan, görünmeyen ancak içinizdeki tüm öfke duvarlarını yükselten ve bir çeşit şiddet olarak nitelendirebileceğimiz yetersizlik hissine karşı -ki bu aslında sorunun sonucudur- nasıl bir değerlendirme yapmalıyız?
İlk önce kadın sorununu bir erkek sorunu olarak tanımlamak gerekecektir. Kadının maruz kaldığı ve sonuca yönelik yapılan tüm nitelendirmeler mevzunun kadın alanından, mekânından ve zamanından öteye gidememesine, erkeklerin cinsiyet odaklı bir okuma yaparak sorunu kendi alanlarından, mekanlarından ve zamanlarından dışlamalarına yol açıyor.
Bir erkek meselesi olarak kadına, çocuğa ve hatta hayvana karşı yapılan her türlü şiddeti, istismarı ve infazı nasıl okuyabiliriz? Erkekler, içlerindeki erkeklik olgusuyla mücadele etmenin bir güçsüzlük, zayıflık olmadığını kavradıkları zaman cinsiyete dayalı yorumlardan vazgeçecek, tahakkümcü ve baskıcı bir erkeklik zihniyeti ve pratiğinin bir insanlık ve onur meselesi olduğunu kavrayabilecek ve toplumdaki “senin anan bacın kızın yok mu?” gibi gene kadın üzerinden geliştirilmeye çalışılan empati ve sağduyuyu kendi öznel varlıklarından hareketle algılayabilecekler.
Erkeklerin karşı çıkması gerekiyor
Mesele sadece bir kadın meselesi değildir. Mesele toplumun yüzde 50’sini oluşturan ve artık hemcinslerinin bir bölümü sapık, cani, hasta ruhlu, şeref yoksunu vb. insani değerlerin yoksunluğunu içeren ifadelerle anılan erkeklerin de sorunudur. Erkeklik/erkek adam nosyonuna sığınarak kendi çıkar, heves ve iktidarları pahasına insani değerleri ayaklar altına alanlara karşı tüm erkeklerin birleşerek karşı çıkmaları gerekiyor. Kadına yönelik şiddet ve her türlü istismar aynı zamanda bir erkek meselesi olarak algılanmalı ve insani değerlerden yoksun erkeklere karşı erkeklerin kendileri karşı koymalıdır.
Erkek terörü konusu
Erkekler, cinsiyet kelimesinin geçerli olduğu her türlü konunun sadece kadınlarla alakalı olduğu zannından en başta vazgeçmeli. Cinsiyetin biyolojik bir karşılığı ve dolayısıyla kendilerini de bağlayan sınırlamaları olduğunu kabul etmeliler. Şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Nasıl ki ırk ya da etnik grup kelimesi duyulduğunda bahsi geçen topraklardaki azınlıklar akla gelir, erkeklerin cinsiyet kelimesine karşı tutumları da buna benzer diyebiliriz. Azınlık ya da güçsüz olarak kabul edilenlerin olduğu mekân, zaman ve topraklarda çoğunluk kendi toplumsal normlarını, aidiyet kültürünü benimsetmeye çalışır. Türkiye’deki kadın sorunu ve son yıllarda her gün yaşanan kadın cinayetleri de erkeklik olgusunun tüm erkekleri ve kadınları sindirme biçimi olarak yorumlanmalıdır. Mesele salt kadın sorunu değil, cinayetler kadın cinayetleri değildir: Erkeklik meselesi ve erkek terörüdür.
Kaybedeceğiniz tek şey erilliğiniz
Tekrar etmek gerekirse, bu çağrı hastalıklı bir düzeyde hayat bulmaya çalışan erkeklik sorununun bizatihi öznenin kendisinin sorunu olduğunu, mücadele pratikleri içinde kadınlarla birlikte erkeklerin erkeklik olgusuyla mücadele etmesi gerektiğini ve bu yüzden erkeklerin ön saflara gelerek içlerindeki ve toplumdaki erkeklikle yüzleşmeleri gerektiğini ortaya koyma amacındadır.
Eğer erkeklerin de amacı, küfür etmeyi samimiyet, nezaketi zayıflık, alçakgönüllülüğü aptallık, iyi niyeti enayilik, yüzsüzlüğü özgüven ve kadının hayatına müdahaleyi özgürlük olarak reddetmekse, işte o zaman yaşanan sonsuz kötülüğün sonlanmasına bir adım yaklaşılacaktır. Tüm erkekler birleşin, erilliğinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok, kazancınız ise insanlık olacaktır.
(NÖ)