Celal Talabani, Kürdistan KYB lideri olarak, geçtiğimiz temmuz ayında yaptığı Moskova seyahati dönüşünde Ankara'ya da gelecekti. Bilindiği gibi, tam da o günlerde, zihinlerde "çuval operasyonu" olarak yer eden Süleymaniye krizi patlak verdi.
Bu nedenle Talabani'nin Ankara gezisi iptal edilmişti. Bu kez ise, Türkiye'ye sadece KYB lideri olarak değil, aynı zamanda Irak Hükümet Konseyi Dönem Başkanı da olarak geldi. Fakat Türkiye'ye gelmeden önce, kendisine hangi sıfatla ve nasıl davranılacağı, gerek hükümet çevrelerinde ve gerekse de basında epeyce tartışıldı.
Basında yer alan tartışmalarda "yarım başbakan" gibi bir tabir bile kullanıldı. Bu vesileyle, bir gün "yarım başbakan" sayılan başka biri daha kalkıp da Türkiye'ye gelirse, hangi düzeyde karşılanacağı hakkındaki bir protokol kuralı da belirlenmiş oldu.
Böyle bir mantıktan hareketle şu sonucu da çıkarmak mümkün: Ankara'daki Irak Büyükelçiliği, ABD'yi veya işgal öncesi Irak'ı da temsil etmediğine göre, şimdi kalkıp, ona da "yarım büyükelçi" demek mi gerekir? Ziyaret esnasında, basında yer alan "kulağı çekildi" v.b. gibi sadece Türkiye'ye özgü bu hastalıklı ve kabadayılık kokan üsluptan da kurtulmak gerek.
Ziyaretçi, sadece komşu bir devlet adamı sıfatı taşımıyordu; aynı zamanda Kürt kimliği sıfatını da taşıyordu. Böylesi bir olay, galiba Türkiye'nin siyasi ve diplomatik hayatında ilk kez başına gelmişti.
Sonunda devlet bir formül buldu: Talabani'yi, Esenboğa Havaalanı'nda devlet adına Türkiye'nin Irak Özel Temsilcisi Osman Korutürk ve Bağdat Büyükelçisi Osman Paksüt düzeyinde karşıladılar.
Bu yazının amacı, Talabani ziyaretinin içeriği; varsa görüşmeler sonrasında anlaşılan veya anlaşılamayan meseleler hakkında bir tartışma açmak değil. Üzerinde durmak istediğimiz asıl konu, gerek Celal Talabani'nin karşılanması ve gerekse Irak yönetimine karşı, devletin gösterdiği tavırla ilgilidir.
İşgal mi, ilhak mı?
Irak, ABD ve İngiltere tarafından resmen işgal edilmiş bir ülkedir. Bu bir gerçek. Irak, eğer ilhak edilseydi, oluşturulan yönetimin uluslararası ilişkilerde bir hükmü olmazdı elbette. İşgal edilmiştir ama, orada hukuken işbaşında bulunan ve tamamen Iraklılardan oluşan bir hükümet konseyi de teşkil edilmiştir. Bu konseyin başkanı, tabiatıyla Irak'ı temsil eder.
Türkiye, Irak yönetimini ciddiye almamaktadır; Irak'taki bu statüyü kabullenmek istememektedir; fiili ilişkilerinde, Irak'ı işgal edilmiş değil de, ilhak edilmiş bir ülke gibi görmeyi tercih etmektedir. Sınır ilişkilerini ve Irak'a giriş çıkışları bile kendi dilediği gibi düzenlemektedir.
Asker gönderme hususunda da, tek taraflı olarak kendi başına alacağı kararların yeterli olacağını düşünmektedir. Bu "ilhaktan"da, ABD ile yaptığı çeşitli müzakerelerde, Kuzey Irak'ta kendisinin kontrol edeceği bir yapı oluşturulması, Irak'ın yeni devlet şekli, Türkmenler'in statüsü gibi taleplerle kendisine de bir pay çıkarmak istemiştir.
Afganistan ile Irak, bugün, uluslararası ilişkiler bakımından aynı statüde ele alınması gereken iki devlettir.Yarın Afganistan Başbakanı Türkiye'ye gelirse, acaba ona da Talabani gibi bir karşılama yapılır mıydı?
Keza, Celal Talabani'nin temsil ettiği Irak Yönetim Konseyi, uluslararası hukuki meşruiyet bakımından Denktaş'ın temsil ettiği "Kıbrıs Devletinden" daha az meşru ve yapay bir devlet de değildir.Türkiye'nin komşusu olan bir ülkede, kimlerin ne ölçüde temsil yetkisine sahip olmasına, Türkiye'nin bürokratları değil, o ülkenin kendi hukuki, siyasi ve idari organları karar verirler.
Celal Talabani, önceki dönem başkanı Ahmet Çelebi gibi, Irak Hükümet Konseyi'nin bir üyesidir. Üyelerin her biri sırasıyla birer ay dönem başkanlığı yapacaklardır. 2003 yılı Kasım ayında da sıra Celal Talabani'ye geldi. Türkiye ile ilişkilerin önemini bildiği için de, dönem başkanlığı süresi içersinde Ankara'yı ziyaret etmiştir. Acaba Hükümet Konseyi'nde bir Türkmen üye olsaydı ve dönem başkanlığı sırasında Türkiye'yi ziyaret etseydi, aynı statüde mi karşılanırdı?
Celal Talabani'ye karşı yapılan bu aşağılama, kabalık ve nezaketsizliği, sadece Irak yönetimine karşı yapılmış gibi değerlendirmek de doğru değildir. Aslında bir Kürt olan ve Türkiye'ye bu kimliği ile gelen Celal Talabani'nin şahsında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürtler hakarete uğramışlardır.
Olayı böyle görmek gerek. Eğer Türkiye'nin kendi Kürt vatandaşları olmasaydı, devletin de, böylesi bir olayı içine sindirmesi gibi bir sorunu söz konusu olmayacaktı. Eğer Türkiye Devleti kendi vatandaşı olan Kürtlerle barışık olsaydı, gerek bu karşılama, gerek Türkiye-Irak ilişkileri, bugün olduğundan epeyce farklı olacaktı. (ÜF/NM)
* Ümit Fırat'ın yazısı 30 Kasım 2003 günlü Radikal gazetesi eki Radikal2'de yayımlandı.