30 Ekim 1961'de Almanya ile Türkiye arasında Bad Godesberg'de imzalanan işçi alımı anlaşması ile kitlesellik kazanan göç olgusu, günümüzde de sürmekte ve geçirdiği evrime ve yakaladığı dinamizme rağmen tek yanlı değerlendirmelere ve çarpık yorumlara konu olmaya devam etmektedir.
Almanya'da Türkiyeli göçmenlerin karşılaştığı yığınla sorun mevcut, ayrıca ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve dıştalama gibi yapısal sorunlara da kapsamlı bir çözüm bulunabilmiş değil.
Ancak buna rağmen Türkiyeli göçmenlerin "mağdur", "zavallı" ve "iki arada bir derede" bir topluluk olarak tasvir edilmeleri de gerçeği yansıtmamaktadır.
Göç sürecine eleştirel bir açıdan yaklaşmak zaruri, ancak bu sadece bardağın boş tarafının konu edilmesini, dolu tarafının ise göz ardı edilmesini gerektirmemektedir. Bu yazının amacı, bu tür tek yanlı değerlendirmelerin ve çarpık yorumların nedenlerini irdelemek ve bir açıklama sunmaktır.
Başlarken, işçi alımı anlaşmasının ardında yatan nedenleri ve bu anlaşmanın yol açtığı göç sürecinin hacmini hatırlatmakta fayda var.
Almanya, 1950'lerde hızla kalkınan ekonomisinin karşılaştığı işgücü açığını gidermek isterken, Türkiye, sıkışık ulusal iş piyasasını rahatlatmayı ve vatandaşlarının Almanya'dan mesleki beceriler ve nitelikler edinmiş olarak geri dönüp ülke ekonomisine katkıda bulunmalarını hedefliyordu.
Almanya açısından bir başka beklenti ise, sendikal hareketin gücünü dengelemekti. Geçen 50 yıl içinde Almanya'ya yaklaşık dört milyon Türkiyeli göç etmiş, bunların iki milyon kadarı geri dönmüş, diğer iki milyon ise Almanya'da kalmıştır.
Göç, sosyal mobilite ve moderniteye intibak
Göçlerin ekonomik ve sosyal dinamizme yol açtığı, toplumların hem fiziki ve kültürel dokusunu hem de sosyal yapısını değiştirdiği günümüzde bilinen ve üzerinde mutabık olunan sosyolojik olgulardır.
Göç süreçleri aynı zamanda açık uçludur. Göç edenler bazen göç ettikleri toplumla bütünleşir, hatta zamanla "göçmen" oldukları dahi unutulur ve tahayyül edilen ulusal "biz"e dâhil olurlar.
Türkiye'den Almanya'ya işçi göçü hem Alman toplumunun hem de göçmenlerin ve geldikleri yörelerin değişmesine vesile olmuştur. Göç, Türkiyeli göçmenleri farklı etnik kökenden gelen ve farklı hayat anlayışına sahip bireyler ve topluluklarla karşı karşıya getirmiş, bir arada yaşamalarına ve etkileşim içine girmelerine neden olmuştur.
Büyük bir kısmı taşradan ve geleneksel yapıların hâkim olduğu kırsal alanlardan gelen Türkiyeli "misafir işçiler", modern yapılarla karşılaşmış, sanayileşmiş toplum ve (büyük) şehir yaşamına katılmış ve ciddi bir modernleşme sürecinden geçmiştir.
Bütün bunların sorunsuz bir biçimde gerçekleştiği söylenemez. Aksine Türkiyeli göçmenler hem yerlilerle hem de diğer göçmenlerle anlaşmazlıklar, gerilimler yaşamış, birçok kültürel yanlış anlamanın üstesinden gelmek zorunda kalmışlardır.
Ancak günümüzde, tahayyül edilen ulusal "biz"e henüz dâhil edilmemiş ve bazı kesimlerce hala "öteki" olarak algılanıyor olsalar da, Türkiyelilerle Almanların birlikteliği, medyada tartışıldığından ve değerlendirildiğinden daha iyi durumdadır.
Türkiyeliler bugün toplumsal yaşamın her alanında vardırlar ve neredeyse her meslek dalında temsil edilmektedirler. Büyük şehirlerde Türkiyelilerin açmış olduğu muayenehanelere, işlettiği avukatlık bürolarına, restoranlara, sürücü kurslarına vs. rastlamak artık normal karşılanmaktadır.
Türkiyeliler siyasette, ticarette ve spor alanında önemli yerlere gelmişlerdir. Onlarca Türkiye kökenli parlamenter mevcut, hatta Yeşiller Partisi'nin Genel Başkanı Cem Özdemir ve Aşağı Saksonya'nın Aileden Sorumlu Eyalet Bakanı Aygül Özkan Türkiye kökenli.
Bunun yanında onlarca sinema oyuncusu ve sinemacı Sibel Kekilli, Fatih Akın vs. ve birçok edebiyatçı Emine Sevgi Özdamar, Akif Pirinççi, Feridun Zaimoğlu vs. ve kabareci Muhsin Omurca mevcut. Bu arada attığı gollerle Almanya'yı Avrupa Futbol Şampiyonasına taşıyan Mesut Özil de unutulmamalı.
Çarpık algılamalar ve tek yanlı değerlendirmeler
Bu örneklere rağmen, Türkiye'den Almanya'ya göç ve Türkiyeli göçmenler olumsuz değerlendirmelere konu olmaktadırlar. Bu konuda en çarpıcı örnek olarak geçen yıl yayınlanan Thilo Sarrazin'in "Almanya Kendini Yok Ediyor" adlı çok satan kitabı gösterilebilir (Deutschland schafft sich ab, München 2010).
Yazara göre, Türkiyeli göçmenlerin Almanya'ya "finansal ve sosyal" maliyetleri ekonomik "getirilerinden" kat be kat fazla. Almanya'da yaşayan 15 milyon göçmen kökenlinin yüzde 20 ila 45'i Müslüman'dır, ancak göçmenlerin yol "açtığı sorunların" yüzde 70-80'i Müslüman göçmenlerden kaynaklanmaktadır.
Sarrazin, Türkiyelilerin işgücüne katılımının yerlilere ve Müslüman olmayan göçmenlere oranla daha düşük ve eğitim alanındaki başarılarının da daha mütevazı olduğuna da atıfta bulunmaktadır.
Bundan başka Türkiyelilerin devlet yardımlarına yerlilere ve Müslüman olmayanlara oranla daha fazla ihtiyaç duyduklarını, şiddet içeren suçlara katılımda ise diğer göçmen topluluklarını ve "yerlileri" geride bıraktıklarını ileri sürmektedir ki, şiddet konusundaki iddialarının eldeki verilerle örtüşmediği hemen belirtilmelidir.
Bu tür tek yanlı değerlendirmelere Türk basınında da rastlamaktayız.
Kerem Çalışkan'a göre de Türklerin Almanya'ya göçü "her iki taraf için tam bir başarısızlık öyküsü". Bu yargısını desteklemek için, Sarrazin'in yaptığı gibi, Türkiyeli göçmenlerin yüzde 40'ının fakirlik sınırında yaşadığını ve çoğunluğun sosyal yardım aldığını ileri sürüyor.
Ayrıca Türkiyeli göçmenleri "mağdur" ve kolay "kandırılabilir" bir kitle olarak tasvir etmekten de geri durmuyor, bu bağlamda Türkiyelilerin paralarını "İslami holdinglere kaptırdığını" belirtiyor. Ancak kaynak göstermekten ve İslami "holding zedelerin" sayısı ve oranı hakkında bilgi sunmaktan kaçınıyor.
Statik mukayeseler ve sorun odaklı paradigmalar
Göçün başarısız olduğunu iddia eden değerlendirmeler, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, statik mukayeselere dayanmaktadır. Örneğin Türkiyeli üniversite mezunlarının oranının diğer göçmenlerinkinden düşük olduğu sıkça öne sürülür, ancak bu oranın örneğin 20 yıl önce daha düşük olduğu unutulur.
Eldeki veriler geçmişteki verilerle karşılaştırıldığında hiç de azımsanmayacak bir ilerlemenin gerçekleştiği, yüksek eğitim alan Türkiyelilerin sayılarının son yıllarda ciddi bir artış gösterdiği, Türkiyeli gençlerin büyük çoğunluğunun eğitim bakımından anne ve babalarından çok daha iyi durumda oldukları görülür.
İşsizliğin ve devlet yardımına bağımlılığın Türkiyeliler arasında daha yüksek olduğu doğrudur, ancak bunun Türkiyelilerin başarısızlığını gösterdiği tartışılır. Bu tür değerlendirmelerde yapısal değişimlerin gözden kaçırıldığını görüyoruz.
Örneğin Alman toplumu son on yılda köklü bir ekonomik, politik ve sosyal dönüşüm geçirmiş, sosyal devlet neoliberal politikalarla törpülenmiş, bu da yoksulluğu ve işsizliği tetiklemiştir.
Türkiyeli göçmenler ise bu gelişmelerden daha fazla etkilenmişlerdir. Dolayısıyla, Türkiyelilerin işgücüne katılım oranının düşük olmasının önemli bir nedeni bu yapısal "dönüşümlerdir." Ayrıca son yıllarda gelişen İslam karşıtlığının Türkiyelilerin toplumsal yaşama katılmalarını olumsuz yönde etkilediği de unutulmamalıdır.
Yukarıda örneklerini sergilediğimiz yorum hatalarına düşmemek ve tek yanlı değerlendirmelerde bulunmamak için ilk olarak statik mukayeseler yerine, dinamik, yani kuşaklar arası değişimi göz önünde bulunduran mukayeseler yapılmalıdır.
Tek yanlı değerlendirmelerin bir başka nedeni ise bardağın dolu tarafının görülmesini engelleyen sorun odaklı paradigmalardır.
Tamamıyla sorunlara odaklanan birçok sosyal bilimci Türkiyeli göçmenlerin bazı semtlerde toplanmalarını sosyal parçalanma ve etnik ayrışma olarak yorumlamaktadır.
Bu değerlendirmelerde mekânsal ayrışmanın bazı durumlarda, özellikle de birinci ve ikinci kuşak göçmenlerde, uyumu kolaylaştırıcı, toplumsal yaşama ve iş piyasasına dâhil olmayı teşvik edici bir yanının olduğu gözden kaçmaktadır.
Klasik göç teorileri ve ulus aşırı göç
Klasik göç teorilerine göre, göçmenler gittikleri ülkede memleketlerine olan bağlarını zamanla yitirir, yaşadıkları ülkenin davranış biçimlerini, kültürel kalıplarını içselleştirir, asimile olurlar.
"Ulus aşırı göç" kavramı ise, göçmenlerin aynı anda hem ev sahibi toplum, hem de geldikleri toplum ile değişik formlarda toplumsal, siyasi, dini, ekonomik ve örgütsel bağlar kurdukları ve sürdürdükleri bir göç türüne işaret etmektedir.
Bu perspektiften bakıldığında, Türklerin, büyük şehirlerin bazı semtlerinde kümelenmeleri, Türk dizilerini de izlemeleri, Türk takımlarını da tutmaları ve çifte kimlik taşımaları normaldir.
Kerem Çalışkan'ın kendilerini iki ülkeye ait hisseden göçmenleri "Türkiye ile Almanya arasında gel-git halinde büyüyen, her ikisinde de tutunamayan bir kuşak" olarak tasvir etmesi kabul edilemez.
Türkiyeli göçmenler, son 50 yılda toplumsal ilişkileriyle, siyasal ve ticari etkinlikleriyle, müzikleriyle, sembolleriyle, bankalarıyla, işyerleriyle, kahvehaneleriyle ve insan manzaralarıyla Almanya ile Türkiye arasında ulus aşırı bir alan yaratmışlardır.
Son yıllarda bu Türk-Alman ulus aşırı sosyal alanına Türkiye'ye göç etmiş Alman ve Türkiye kökenli göçmenler de dâhil olmaktadırlar.
Bu da, Türkiye ile Almanya arasındaki kültürel, sosyal, iktisadi, ticari ve siyasi ilişkilerin ulaştığı aşamayı gösteriyor ve zengin bir kültürel etkileşim, kaynaşma ve sosyoekonomik değişim potansiyelini bağrında taşıyor.
Bu gelişmenin Türkiye toplumunun içinde bulunduğu modernleşme, demokratikleşme ve dünya ile bütünleşme sürecine, Alman toplumunun ise daha kapsayıcı, daha açık ve İslam dünyası ile daha barışık bir konuma gelmesine katkı sunacağı ileri sürebilir.
Bu açıdan bakıldığında, 50 yıllık göç Almanya, Türkiye ve göçmenler için başarı öyküsüdür. (YA/NV)
* Hamburg Üniversitesi, Hamburg Uluslararası Ekonomi Enstitüsü (HWW)