Son dönemde patron ve patron vekillerinden “İş Mahkemeleri daima işçileri kolluyor” cümlesini daha sıkça duymaya başladık...
Lakabı “Komünist” olan, emekli Din Öğretmeni ve ülkücü İş Hakimi Hamza Bey vardı kulakları çınlasın. İşçi lehine emsal kararlar verdiği için adının komüniste nasıl çıktığını “Kime yaranacağımı bilmiyorum Avukat Bey, benim gibi yılların ülkücüsüne komünist diyorlar!” diye anlatmıştı bir muhabbette.
Aynı “adalet sarayları”nın çatısı altında cumhuriyet savcıları direnen işçiler için gözaltı talimatı verirken, sulh ceza yargıçları işçileri tutuklarken, asliye ve ağır ceza yargıçları işçileri yargılarken iş mahkemelerinden çok büyük oranda işçilerin lehine kararlar çıkıyor olması hakikaten de ilginç değil mi!
Her detayı düşünen, devletin bütün kademelerinde tasfiye ve “temizlik” yapan AKP iktidarı bu alanı neden “ayak takımı” veya “baldırıçıplaklar” lehine kararlar veren bir hâlden kurtarıp sınıfsal çıkarını mükemmelen koruduğu burjuvazinin hizmetine sunmuyor ki?
Kapitalizmin* (Post Neo-Liberal vs. kavramlara boğmamak adına sade haliyle) bütün gücü ve imkanlarıyla belki de hiç olmadığı kadar doğrudan bir saldırıyla emek örgütlerini dağıtmaya giriştiği ve savaş açtığı bir dönemde elbette onun menfaatini korumakla görevli AKP iktidarı boş durmuyor; grevleri yasaklıyor, işçileri ve sendikacıları tutuklatıyor, arabuluculuk yasası çıkarıyor, kıdem tazminatını fona devretmek için kırk takla atıyor, işsizlik fonunu gasp ediyor, iş kazası hariç zamanaşımı süresini yarıya indiriyor, patronların vergi borçlarını sıfırlıyor, işçi sınıfının tamamı borç denilen prangalarla boğuşurken patronlara konkordato imkanı sunuyor...
Bütün bu emek düşmanı pratiğe muktedir olan iktidar “pek sevgili” patronların huysuzluğunu bilmiyor veya görmüyor olamaz.
İktidar yaklaşan isyanın farkında.
Örgütsüz, dağınık, çoğu zaman kendiliğinden ancak yine de sistem açısından büyük risk taşıyan bir “borçlular ordusu” deyim yerindeyse “Yeryüzünün Lanetlileri” dişlerini sıkarak dipten gelen bir dalga şeklinde hissediliyor.
3. Havaalanı’nda, Flormar’da, Tariş’te, Cargill’de, Makro-Uyum Market’te, Real’de, Köroğlu Şantiyesi’nde ve daha nicesinde bütün baskılara ve işçi sınıfı mücadelesinin cılızlığına rağmen direniyor işçiler.
İşçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkinin; işyeri işgali, özyönetim, direniş, hak grevi, komite, konsey ve meclis örgütlenmesi ile sonuçlanmaması için iş mahkemelerinin şimdilik bu haliyle korunduğunu düşünmekte yarar var. Konu bir yönüyle “hukuka tapınmak” aslında. Hak grevleri hakkında sevgili hocamız Dr. Murat Özveri’nin “Hak grevi ve mahkemelere olan saygının arttırılması” adlı makalesinin okunmasını tavsiye ederiz.
Hak mücadelesi salt hukuk mücadelesine indirgendiğinde kazanım tartışmalı hale geliyor. Binbir türlü zahmetle, ince eleyip sık dokunarak örgütlenmiş komiteler patronlarca tereddüt edilmeden dağıtılıyor. En nihayetinde “parası çıkacağına canı çıkasıca” burjuvazi için bazen kalıcı işçi örgütlenmeleri yerine ekonomik bedeller ödeyerek “baş belaları”ndan kurtulmak tercih edilebilir oluyor.
Hatırlarsınız Balıkesir, Susurluk'ta Yörsan Fabrikası’nda 5 Aralık 2007'den başlayarak kısa sürede 400 işçi sendikalı oldukları için işten çıkarılmıştı.
Sendika avukatlarınca açılan işe iade davasında mahkeme kararında kıdeme göre artan oranlı ödeme hükmü verildi. Mahkeme işverenin işe iade etmemesi halinde 1–5 yıl arası çalışmış isçiye 4+14 aylık, 5-10 yıl arası çalışmış isçiye 4+16 aylık, 10-15 yıl çalışmış isçiye 4+18 aylık, 15 yıldan daha fazla çalışmış isçiye ise 4+20 aylık ücret karşılığı tazminat ödemesine hükmetti.
“Konu ile alakası nedir?” diye sorulacaktır elbette.
Şöyle ki; Yörsan kararı emsal bir karar ve direnen işçiler muazzam tazminatlar alarak hayatına devam etmişlerdi ancak olaya havza mantığıyla yaklaşan örgütlü, sınıf bilinci çok yüksek Yörsan patronları ne yapıp edip bölgeye sendikayı sokmamışlar, deyim yerindeyse “parası neyse veririm de sendikayı sokmam” demişlerdi. Ne yani almasınlar mı tazminatlarını, dava açmasınlar mı? Bunları zaten yapıyorlar, yapsınlar, yapmalılar da elbette.
Bu yazının önermesi; işçiler dava açmasın, haklarını yargı önünde aramasın değil. Elbette işçiler haklarını her türlü zeminde arayacak, her bulduğu aralıkta direnişe geçecek; ancak işçi sınıfı mücadelesi ekonomik haklar mücadelesine indirgendiğinde işin rengi değişiyor.
İşe iadeyi veya tazminatlarını kazanan işçiler için “Direnen işçiler kazandı” haberleri ile daha sık karşılaşmaya başlıyoruz.
Elbette Makro-Uyum İşçileri gibi direnerek haklarını alan veya ücretlerini alamadığı için inşaatı işgal eden işçilere ve yanlarında mücadele eden işçi sınıfı devrimcilerine yönelik değil eleştiri.
Algısı bu yöne doğru kayan, “adalet saraylarından” kazanım medet uman, işçi sınıfı mücadelesini hukuk davalarına indirgeyen dostlara bir sitem veya eleştiri olarak okunmasında yarar var.
Aylardır ücretini alamayan işçiler arayıp; “Biz şimdi inşaatı işgal edeceğiz, bu suç mu?” diye soruyor. “Hayır meşru bir eylemdir” desen al başına dert, “TCK’nin şu maddesine göre suç” desen ayrı bir dert.
Sen meşru fiili eylemini yaparsın, üretimden gelen gücünü kullanırsın; konu karakolluk olur ayrı. Ancak her kürsüyü, her kararı avukatların veya akademisyenlerin iki dudağının arasından çıkacak sözcüklere bırakırsan “üreten biziz, yöneten de biz olacağız” prensibini terk ediyor olacaksın.
Aynı “adalet sarayları”nın çatısı altında cumhuriyet savcıları Tariş veya Cargill İşçileri için gözaltı talimatı verirken, sulh ceza yargıçları 3. Havaalanı İşçilerini tutuklarken, asliye ceza yargıçları Greif İşçilerini yargılarken; hukukla kurulan bağa neşter atmak, bu dönem ve işçi sınıfı devrimciliği açısından hayati önemde.
Bakınız aynı yargı mekanizması “oyun hamuru” gibi eğip büktükleri hukuk ile sevgili hocamız Kerem Altıparmak’ın deyimiyle "gözdağı" veya "burnundan getirme" tutuklaması ile direnişçi işçileri hapsedip yargılayabiliyor.
Buraya bir üst başlık açarsak; kapitalizmin neo-liberal politikalarla başardığı en önemli hususlardan biri işçiyi kendine ve sınıfına yabancılaştırma ve son tahlilde sınıf olarak düşünme, davranma ve eyleme kabiliyetini yok etmek oldu kuşkusuz.
Kanaatkar ve şükreden bir hale büründürülen işçi sınıfı, kadroya geçme hayalleri kurarken elindeki taşeronda çalışmaya razı hale getirildi. Yetmedi aza tamah ederken, o az’ı istemekten de men edildi.
O yüzden elbette asli sorunumuz emek mücadelesinde ekonomizme meyletme ve emek mücadelesini alacaklı olduklarımıza indirgeme sorunu değil. Ancak; alacaklı olduklarımızın bütününe odaklanmak elzem. Zira; salt sermaye ve devlet güçleri tarafından değil, kimi “indirgemeci” emek eksenli mücadele cenahında da sınıf mücadelesini oraya buraya çekiştirerek işçi sınıfını geçek zemininden kaydırma tehlikesi ile de karşı karşıya olduğumuz gerçekliğini atlamamalıyız.
12 Kasım Pazartesi Günü 191 Greif İşçisinin yargılandığı dava başlıyor.
Bir özyönetim deneyimi olan ve “İşgal, grev, direniş!” sloganı etrafında kenetlenen Greif Direnişini Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası’nın basın metni ile hatırlamakta yarar var:
“2014 Şubat ayında İstanbul Hadımköy’de kurulu bulunan Amerikan tekeli Greif (Sunjüt) çuval fabrikasında bir direniş yaşandı. 44 ayrı taşeron şirketin bulunduğu, 250'sinin kadrolu toplamda 1500 işçinin çalıştığı fabrikada işçiler taşeron sistemine ve kölece çalışma koşullarına karşı mücadele ettiler. Birlik olan ve fabrika komitelerinde örgütlenen Greif işçileri sendikal mücadele başlattılar. Fabrikadaki tüm işçiler kenetlenerek taşeronun kaldırılmasını ve tüm işçilerin kadrolu ve güvenceli çalışmasını talep ettiler. Sözleşme sürecinde talepleri kabul edilmeyen Greif işçileri fiili-meşru mücadele yolunu seçtiler ve birliklerine güvenerek direnişe geçtiler. Direniş fabrika işgaline dönüştü. Greif işgali tam 60 gün boyunca sürdü.”
Greif Direnişinin en önemli özelliklerinden biri kadrolu işçiler dahil topyekûn “kenetlenerek taşeronun kaldırılmasını ve tüm işçilerin kadrolu ve güvenceli çalışmasını talep etmek” için fabrikayı işgal etmesiydi. Elbette Kazova Direnişinde gördüğümüz gibi Gezi Direnişinin hemen ardından başlamış olması; kamuoyu ilgisi ve devletin direnişi yok etme çabası açısından belirleyici faktörlerden biri idi. Yaklaşık 5 yıl geçmiş olmasına rağmen devlet aklı unutmuyor ve direnişin hesabını sormak istiyor. Devlet aklı unutmuyor, unutursa kalbi kuruyor, inanılmaz kinli ve kararlı.
5 Aralık Çarşamba Günü de 3. Havaalanı İşçisi ve Sendikacı toplam 61 kişinin yargılandığı dava başlıyor.
Türkiye’nin en büyük doğa talanlarından biri ve işçi mezarı olarak tarihe geçen 3. Havaalanı’nda yaşananları hatılayacak olursak:
14 Eylül Cuma günü işçiler, iş cinayetlerinin yaşandığını, çalışma şartlarının ağır olduğunu, maaşların ödenmediğini, yatakhane ve yemekhanelerde temizlik sorunlarının olduğunu söyleyerek eylem başlattı. Direniş 3. Havaalanı işçileri içerisinde yaygınlaşarak kitlesel eyleme dönüştü. Olay yerine jandarmanın gelmesinin ardından sabah saatlerinde işçilere biber gazıyla saldırıldı. 15 Eylül Cumartesi sabahı jandarma, “köle değiliz!” diyen ve kötü çalışma koşullarını protesto eden işçilerin koğuşlarına baskın düzenledi. İnşaat İş Sendikası baskınlarda 543 işçinin gözaltına alındığını açıkladı. Ardından tutuklamalar ve cadı avı başladı. Şimdi o yargı Whatsapp yazışmalarından işçilerin organik birliğini yaratmaya çalışıyor!
Direniş günlerinde Twitter’da yazdıklarımızla devam edecek olursak:
“O Sendikacıları Tutuklamalarına İzin Vermeyelim!
Tam tahmin ettiğimiz gibi sendika yöneticilerini tutuklamak için jandarma ve holdingler hummalı bir çalışma başlattı. Formenler karakollara çağırılarak sendikacılar hakkında iftira içeren beyanlar alınıyor.
Eğer bugün sendikacıların tutuklanmasına tepki göstermezsek işçi örgütlenmeleri ve sendikal mücadeleye muazzam bir zarar verilecek. Herhangi bir işyerinde örgütlenme çalışması yapan bütün sendikacı veya işçiler aynı şekilde tutuklanabilir.
Sendikacıların Devrimci kimliği veya aidiyeti olabilir; bu durum işvereni ilgilendirmez! Önemli olan sendikacıların o işyerindeki çelişkiyi örgütlemesidir. Yasadışı bir örgüt faaliyeti veya propagandası yoksa bu durum jandarmayı veya polisi de ilgilendirmez!
Açıkça belirtmekte fayda var: Başta DİSK olmak üzere, yandaş sendikaların dışındaki bütün sendikaların bu konu üzerinde acil olarak harekete geçmesi gerekiyor. Yarın “O Ermeni’yi dövdürmeyecektik!” dememek için geç olmadan #KöleDeğiliz şiarı ile pratik adımlar atılmalıdır.”
3. Havaalanı inşaatını yapan İGA'nın CEO’su Kadri Samsunlu, işçi eylemleri hakkında "İşçiler haklıydı, sorunlardan haberim yoktu, özür dilerim" diye açıklama yaptığı tarihte, direnen işçiler ve sendikacılar tutukluydu, halen yarısı "gözdağı" veya "burnundan getirme" tutuklaması ile rehin tutulmaya devam ediliyor.
Bütün bu “iki yüzlülüğün” en bariz ve can alıcı örneğini Soma Katliamı Davasında bizzat yaşayarak deneyimlemiş olduk. Yargının bir yüzü işçi yakınlarına tazminatlar öderken diğer yüzü madenci kardeşlerimizi ölüme gönderen, kâr hırsı için gerekli önlemleri almayan sanıkları aklamak, olabilecek en düşük cezayı vermek için gözümüzün önünde taklalar attı. Yargıya müdahalenin en bariz örneklerinden biri olan Soma Katliamı Davasında sabotaj dendi tutmadı, savcı ve yargıçlar değiştirildi ve en nihayetinde mülk sahiplerinin adaleti tesis edilmiş oldu.
Dediğimiz gibi; aynı “adalet sarayları”nın çatısı altındaki aynı yargının “iki yüzü” somut örnekleriyle karşımızda duruyor.
Yargının iş ve ceza mahkemeleri arasındaki bu yaklaşım farkları yargının baştan sona siyasallaştığı anlamına mı geliyor?
Kimileri sopa kimileri havuç politikası güdüyor...
İş mahkemelerinin tutumunu kapitalizmin genel yasalara uygunluğun gözetilmesi çabası olarak yorumlayabiliriz. Eğer iş sözleşmeleri hükmünü yitirirse üretim süreci baştan sona politikleşme riski ile karşı karşıya gelir. Dolayısıyla iş mahkemeleri üretim sürecinin her anının iç savaş karakterine bürünmemesi için burjuvalara siyasal bedel ödetmeksizin parasal faturalar kesmeye devam edebilir. İş mahkemelerinin işçilerin birer emek satıcısı olarak uğradıkları mağduriyeti şu veya bu oranda tazmin etme eğiliminde olmasından siyasal kazanım sonucu çıkarmamak gerekir.
İşçi sınıfı mücadelesine sımsıkı sarılarak, havzalarda pratik adımlar atarak, “üreten biziz, yöneten de biz olacağız” bayrağını yükselterek, işçi meclislerini örgütlemeye çabalayarak, işçi özyönetimlerine hazırlıklı bir şekilde bu dönemi biriktirme dönemi olarak görsek fena olmayacak gibi duruyor.
Biriktirme hem Marx’ın “İyi kazmışsın ihtiyar köstebek” diye hitap ettiği tarihsel özne işçi sınıfı açısından hem de işçi sınıfı devrimi iddiasında olan siyasal özneler açısından kritik önemde. (TD/AS)