17 Aralık tutuklamalarıyla başlayan süreç birçok açıdan irdeleniyor. Bence en önemli sonucu Türkiye’de demokrasinin zaaflarının ana nedeninin hukuk düzeni olduğunu açıkça ortaya koyması oldu.
Yüzyıla yakın bir süredir süren Batı anlamında demokrasi oluşturma serüveninin bu aşamasında amaca uygun bir yargı reformunun kaçınılmazlığı ortaya çıktı. Çünkü Batı anlamında demokrasinin özü temel özgürlükleri esas alan bir anayasa ile onu esas alan kapsayıcı bir yargı denetimidir. Dolayısıyla artık “uygun” bir Anayasa yaparak demokratikleşemeyeceğimizi daha iyi anlamış olduk. Son olaylar “… bazı resmi yetkililerin sadakatinin anayasa değil başka bir şeye – büyük olasılıkla Bay Gülen’e – olduğu şüphesini doğurmuştur”. (Economist, The Arab road, 2 Ocak 2014). Derginin “şüphe” dediği benim gördüğüm kadarıyla buralarda kesin kanıya dönüşmüş durumda.
Başbakan'a sadakati olan yargı sistemi
Önümüzdeki sorun kaynağı ve dayanağı Anayasa olan ve Anayasa'da tanımlandığı biçimiyle temel özgürlükleri ve kamu düzenin korumak dışında başka bir gailesi olmayan yaygın bir yargı denetiminin esaslarını oluşturmak. Economist’in de dikkat çektiği ve hepimizin malumu olduğu üzere Başbakan’ın arzusu sadakati kendisine olan bir yargı sistemidir. Nitekim alelacele çıkarılan ve mevcut düzenlemelere açıkça aykırı olduğu kesinleşen adli kolluk yönetmelik değişikliği aslında yargı üzerinde idari denetim oluşturma anlayışının ürünüdür. Şimdilik başbakan’ın bu arzusunu engelleyen ve dengeleyen içsel mekanizmalar çalışıyor gibi.
Başta AKP kurmayları olmak üzere herkesin anlaması gereken hukuk düzeni tesis ederken hukuksuzluğa düşmemek gereğidir. Amaç bağımsız bir yargı oluşturmak olmalıdır. İdareye bağlı bir yargı düzeni hükümet olunduğu sürece işinize yarar. Başbakan şimdilik “nasıl olsa millet bana oy veriyor” düşüncesiyle daha bir süre hükümette kalacağına güveniyor. Ama bir gün mutlaka başkaları hükümet olacaktır ve yürütmeye bağlı bir hukuk düzeniyle o gün geldiğinde dayanacakları hukuk güvencesi olmayacaktır.
Yaygın yargı denetimi yargının kendi kendini denetlemesini de içeriyor. Bunun Türkiye özelinde temyiz sistemi dışında düzenlemeler gerektirdiği kanaatindeyim. Hukukçu olmayan birisi olarak bu konuda çok iddialı olamam. Ama son durumun biraz mega ölçekte ortaya koyduğu şeyin aslında başka ölçeklerde ve durumlarda ezelden beri yaşandığını yaşam tecrübesiyle gayet iyi biliyorum. Bunu örneğin Kürtlere sorabilirsiniz.
Daha basit ölçekte tanıdığınız bir avukatla sohbet ettiğinizde adli kolluk-savcı- hâkim “uyumu” ile nasıl düzmece iddianameler oluşabildiğini ve bunlara dayanarak ilgisiz insanların en temel hakları olan “dışarıda olma” anlamında özgürlüklerinin tutuklama yoluyla nasıl ihlal edildiğini göreceksiniz. Avrupa Birliği yetkililerin de şu anda görevi bırakan Adalet Bakanının da Türkiye’de iddianamelerin çok kalitesiz olduğunu belirttikleri basına yansıdı.
Sorun şu: adli kolluğun baştan savma delillerine dayanan savcının tutuklama talebiyle dosyayı incelemeden tutuklama kararı veren hâkimin yol açtığı mağduriyete karşı sıradan bir vatandaşın güvencesi nedir? Bu süreci nasıl yargı denetimine tabii tutacağız?
Bu denetimi sağlayacak olan hâkimlerdir. Yani hâkimler önlerine gelen dosyalarda özellikle tutuklama talebi olduğunda delillerin ve iddianamenin kalitesini kontrol etmekle mükelleftirler ve anladığım kadarıyla Türkiye’de hâkimlerin yapmadığı da budur. Gelen iddianameyi derinlemesine inceleyip adli kolluk ve savcılığın iddialarını çapraz kontrole tabii tutmadan kabul et, tutuklama isteğine uy, sonra da uzun bir yargılama sürecinde olayları yavaş yavaş kavrayıp sonuca git. Böyle bir yargılama anlayışı ispat yükünü zanlıya yüklemekte, özgürlük hakkının ihlalinin ve kişilik haklarının zedelenmesinin de mekanizmasını oluşturmaktadır.
Bu çerçevede ilk yapılması gereken hâkimlerin önlerine gelen dosyalarda delillerin ve iddiaların kalitesini ön denetimden geçirmesi gereğinin açık şekilde yasayla düzenlenmesi ve bunlara bu konuda mesleki açıdan ağır müeyyideler getirilmesidir. Buna göre bir mahkeme kabul ettiği iddianamelerin yol açtığı hak ihlallerinden sorumlu olmalıdır. Örneğin Gezi olayları için terör yasaları çerçevesinde dava açılmasına ilişkin iddianamenin kabul edilmesi sonucunda birçok kişi ağır şekilde mağdur edilip sonunda beraat ederse, bunun mesleki açıdan ağır yaptırımları olmalıdır. Ancak o zaman adli kolluk ve savcılar hâkim denetimine tabii olarak çok daha özenli soruşturma yaparak yasal yollardan elde edilmiş çok güçlü delillerle kaliteli iddianameler oluşturma çabasına gireceklerdir. Kısa dönemde yapılması gereken en acil şey budur.
Daha uzun dönemde ise hukuk eğitiminin düzenlenmesi gerekiyor. Ülkemizde 18 yaşında bir gencin hukuk fakültesine girip ilk yılında hukukun ilkeleri, Roma hukuku vb. dersleri anlamasını ve içselleştirmesini beklemek çok büyük saflıktır.
Hukuk değil yasa öğrenen, yargılamanın anlamını, hak hukuk gibi kavramlarını çalışma hayatı akışı içinde öğrenebildiği kadarıyla – ve daha çok “başka” kaynaklara sadakat çerçevesinde – öğrenen savcı ve hâkimlerle kendini de içeren yaygın bir yargı denetimi kurmak mümkün değildir. Hâkim dediğiniz rafine bir eğitimden geçmiş hak ve adalet kavramlarını içselleştirmiş, kendi vicdanının muhasebesini yapabilen, bu esas üzerinde yaşayabilen ve tarzı, tavrı ve söylemiyle insanlarda saygı uyandırabilen kişidir. Bu bağlamda hukuk eğitim ya altı yıla çıkarılmalı ya da daha iyisi ABD’de olduğu gibi ancak dönt yıllık bir fakülte bitirdikten sonra başlamalıdır. Hukuk fakültesi kurma şartları yeniden düzenlenerek yenilerinin kurulması zorlaştırılmalı, bu şartları karşılamayan kamu ya da özel üniversitelerde mevcut fakültelerin kapatılması sağlanmalıdır. Mesleğe kabul şartları güçlendirilmelidir. Hâkim ve savcıların özlük hakları böyle bir sürecin yükünü üstlenmeyi cazip hale getirecek şekilde düzenlenmelidir. (NKE/HK)
* Prof. Dr. Nazmi Kadri Ekinci, Harran Üniversitesi, İktisat Bölümü