Liberal fikriyatta yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığından bahsedildiğinde ilk anlaşılan şey mahkemelerin devlet gücü ve iktidarla olan mesafesidir. Yargılamanın "Millet adına" yapıldığı varsayımı ile ifade edilmek istenen de budur.
Temsili demokraside "millet iradesinin tecelli ettiği" yer yasama meclisleri ise bu kurul ile "millet adına" karar veren yargı erkinin ilişkisi nasıl olacaktır, sorusu tabiî ki kafaları bulandıracaktır. Zaten bunun tek bir doğru cevabı yoktur. Ancak anayasal düzen içerisinde "kuvvetler" dediğimiz, devletin temel fonksiyonlarını icra eden organlar arasındaki ilişkide, yargı her zaman için yasama ve yürütme olarak ifade edilen fonksiyonlar arasında farklı bir konumda görülür. Buda doğaldır. Sonuçta yargı hem yürütme, hemde yasama faaliyetlerini denetim organı gibi çalışır.
1960 'ta ilk akla gelen de zaten bu olmuştur. Bir taraftan 1956 tarihinde kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesindeki ilkeler Anayasa metnine aktarılırken , asıl amaç anayasal yargı yoluyla siyasi iktidarın kontrol altına tutulmasıydı.
Ancak iktidarın anayasal yargı yoluyla denetimi iddiası komik sonuçlar doğurmuştur.
Anayasa'nın kabulünden sonra iki yıl geçmeden iki darbe teşebbüsü, bundan sekiz yıl sonra "muhtıralı yarı darbe ve bundan dokuz yıl sonrada "tam ve eksiksiz bir darbeye" bu ülke tanık olmuştur.
12 Eylül'de Anayasa Mahkemesi'nin konumu ise ilginçtir. Ortada denetimi yapılacak bir yasama organı ve anayasa olmadığı halde, Mahkeme üyelerinin aklına nedense bizim "burada ne işimiz var" sorusunu sormak gelmemiş, görevlerine devam etmişlerdir.
Demokratik bir ülkede "Yargı bağımsızlığı "bu anlamıyla tek başına bir anlam ifade etmez. Burada bakılması gereken bağımsız yargının devletin bekasını korumak için mi, yoksa adaleti ve özgürlükleri sağlamak için mi var olduğudur. Bu açıdan bakıldığında Türk yargı tarihinin sicilinin pek parlak olduğu asla söylenemez.
AKP'nin 23. maddelik Anayasa değişiklik teklifine, yargı bağımsızlığı açısından bizzat yüksek yargının gösterdiği tepkiler ne yazık ki özgürlükler ve demokrasi açısından oldukça zayıftır.
Eleştiriler sadece soyut bir "kuvvetler ayrılığı" söylemi üzerinden yürütülmektedir.
Oysa kuvvetler ayrılığı fikri yani devlet temel fonksiyonları arasındaki mesafe konulma amacı, öncelikle demokratik yaşamı koruma düşüncesine dayanır.
Bu başlıbaşına kutsanacak ve tapılacak bir şey değildir. Kuvvetler ayrılığı özgürlükleri korumanın ve adaleti siyasi iktidarın insafından sıyırmanın sadece bir aracı olarak görülür.
Bu nedenle kuvvetler ayrılığı sözünüzün bir anlam ifade etmesini istiyorsanız, hemen bunun öncesinde özgürlük ve adalet demeniz gerekir.
Anayasa değişiklik metnine Yüksek yargı ve HSYK'dan gelen tepkiler bu nedenle özgürlüklerinin güçlendirilmesi fikrini dayanmamaktadır.
Bu daha çok mevcut baskıcı yapıyı koruma kaygısı düşüncesini göstermektedir.
Taslak ne getiriyor
Özgürlük ve demokrasi konusunda AKP fikriyatı ise hepten komik bir durumdadır. Çünkü aceleyle hazırlandığı her açıdan belli olan bu tasarı bu şekliyle geçtiğinde demokratik yaşama ve özgürlüklere en küçük bir katkı sağlamayacağı gibi siyasi iktidarın , tamamen siyasileşmiş Yüksek Yargı ve HSYK'yi tasfiye edip kendini yüksek yargı ve HSYK'de konumlandırmış olacaktır.
Diğer değişiklik teklifleri ise adeta sos niteliğindedir.
Örneğin kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı getirilmektedir. Oysa 20 yıllık mücadele pratiğinin geldiği bu aşamada ; grevsiz bir toplu sözleşme hakkı kamu çalışanları için 20 yıl önce bir anlam ifade ederdi.
Bugün için bunun hiçbir anlamı yoktur.
Siyasi partilerin kapatılması davasında , Meclisten ön izin alma zorunluluğu getirmek, demokratikleşmede bir iyileşme değildir.
Eğer Anayasa'nın 68 ve 69. maddelerinde temelli bir değişiklik yapmadan bu teklifi getirirseniz, kapatma davasının kaderini mecliste grubu bulunan siyasi partilerinin elini vermişsiniz demektir.
Bu Kürtlerin ve solcuların partilerini kapatmaya devam edeceğim demektir.
Çünkü Anayasa 68 "Kürtlerin ve solcuların partilerini kapatacaksın" demektedir.
İnsan hakları sorunlarında bir koruma mekanizması olarak Kamu Denetçiliği ve Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru hakkı getirilmesi ile ilgili değişiklik teklifi de ciddi sorunları bünyesinde barındırmaktadır.
Türkiye'deki insan hakları sorununun temel kaynağı yargı ve yargısal uygulamalarla, anti demokratik yasalardır. Bir taraftan Terörle Mücadele Kanunu, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri, PVSK gibi anti-demokratik yasaları kaldırmak için en küçük bir teşebbüste bulunmayacaksınız, bu yasaların uygulaması sonucu binlerce kişinin canı yanacak ve ancak siz bu yasaların lafını dahi etmeden İnsan hakları denetimi yapacak Kamu Denetçiliği gibi idari bir organ oluşturduk diyeceksiniz.
Bu bir aldatmacadır.
Bu "çocuğunu ve karısını hergün döven bir adamın, kendini aklamak için onları hergün doktora götürdüğünü söylemesine" benzemektedir.
İnsan hakları denetimi idari organlar oluşturularak yapılamaz. Eğer idari organlar yoluyla insan hakları denetimi yapacağız diyorsanız, burada tek amacınız vardır. O da hak ihlallerini meşrulaştırmak, hak arama başvurularını sürüncemede bırakmaktır.
Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı getirilmesi de bir aldatmacadır.
Böyle bir değişiklik baştan ölü doğmuştur.
Çünkü bu değişiklik, "temyizin temyizi" anlamını taşır.
Yargıtay'ın ve Danıştay'ın verdiği kararlara karşı, insan hakları hukuku denetimi getirdim demek, Yargıtay ve Danıştay'da davasını kaybeden herkesin davasını Anayasa Mahkemesi'ne götürmesi demektir.
Bunun anlamı milyonlarca dosya demektir.
Daha da kötüsü bu bir iç hukuk yolu olarak öngörüldüğü için , Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru sürecini uzatmak demektir.
Bu değişikliğin siyasi iktidar tarafından getirilmesinin tek bir amacı vardır.
O da Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açılan davalarda devletin "iç hukuk yolları tükenmedi" savunmasına zemin hazırlamaktır.
Anayasa Mahkemesinin oluşumuna ilişkin getirilmek istenen değişiklikte hepten sorunludur. 19 kişilik olarak öngörülen Anayasa Mahkemesi için Cumhurbaşkanına 8 üyeyi doğrudan , 6 üyeyi ise dolaylı olarak atama yetkisi verilmektedir.
Sorumluluğu kaldırılmış , güçlü yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı 12 Eylül'ün bu ülkeye mirasıdır. Anayasa Mahkemesine üye atama yetkisinin Cumhurbaşkanına mevcut durumdan daha güçlendirilerek verilmesi, Anayasa Yargısını bağımsızlaştırmak gibi bir kaygının olmadığını göstermiştir.
Bu Anayasa yargısını tümden siyasetin emrine tahsis etmek anlamı taşır.
Hele Yüksek Öğretim Kuruluna (YÖK) bu ülkenin üniversitelerine 30 yıldır yaptığı kötülük yetmezmiş gibi bir de Anayasa Mahkemesine üye teklif etmek yetkisi tanınması, siyasi iktidarın bu kurulu bütünüyle başımıza bela etmek niyetini ve iradesini göstermektedir.
HSYK'nin yapısının değiştirilmesi ile ilgili teklifte, Kurul müfettişlerinin, Adalet Bakanlığı müfettişlerinden ayrı bir şekilde kurul bünyesinde örgütlenmesi ve kurulun ayrı bir sekretaryasının olması önemlidir. Ancak mevcut yapıda en çok eleştirilen hem Adalet bakanının hemde müsteşarının kurulda mevcudiyetini sürdürmesinin amaçlanması ,kurula bağımsızlık verme düşüncesinin siyasi iktidara hala daha yabancı olduğunu göstermektedir.
Adli ve idari yargı hakimlerinin kurula üye seçme düşüncesi yine olumlu bir düşüncedir. Ancak geçici maddeye bakıldığında iktidarın bu işi de aceleye getirmek derdinde olduğunu görürüz. Çünkü Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesi ile birlikte 30 gün içinde bu seçimlerin yapılıp bitirilmesi öngörülmüştür. Özellikle adli ve idari yargı seçimleri ilginçtir. Yüksek Seçim Kurulu yasanın yürürlüğe girmesinden beş gün içerisinde seçimleri ilan edecek, ondan sonraki üç gün içerisinde adaylık başvuruları alınacaktır. İki günlük itiraz süresinin ardından, iki gün içinde kesin listeler ilan edilecek listenin ilan edildikten sonraki ikinci Pazar günü ise seçim yapılacaktır. (Liste ilan edilecek 10-12 gün sonra) Zaten kendini tanıtma ve propaganda yasaklanmıştır. Bu kadar kısa bir süre içerisinde nasıl sağlıklı bir seçim yapılacağının cevabı ise yoktur.
İktidarın anayasa teklifindeki amacının sağlıklı bir yargı reformu düşüncesine dayanmadığı bu acelecilikten bellidir.
Sürecin bu kadar acele yürütülmesinin tek nedeni yeni bir kapatma davasını önleme gayretidir.
Bu değişiklik teklifi özgürlük düşüncesine ve demokratikleşme niyetine dayanmamaktadır.
Siyasi iktidar demokratikleşmede inandırıcı olmak ve "kendine Müslüman olmamak" istiyorsa, başta yüzde 10'luk seçim barajı olmak üzere, Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunundaki tüm anti demokratik hükümleri ayıklayan, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri ve Terörle Mücadele Kanununu kaldıran bir paketle birlikte bu anayasa değişikliklerini Meclis'e getirmelidir. (ME/TK)
* Münip Ermiş, Avukat, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkan Yardımcısı.