I am so afraid of people’s words.
They say everything so clearly:
And this is called dog, and that is called house,
And here is the beginning and the end is there
İnsanların sözleri beni çok korkutuyor.
Her şeyden öyle güvenle söz ediyorlar ki:
Bu köpek diyorlar, şu ev,
Burası başlangıç, ve şurası da son
Rainer Maria Rilke
Jean-Jacques Rousseau, “bir toprak parçasının etrafını çitleyip, ‘Burası benimdir!’ diyen ve kendisine inanacak kadar saf insanlar bulan ilk insanın medeni toplumun gerçek kurucusu” olduğunu söylemişti. Rousseau, bu cümlenin hemen ardından, eğer biri çıkıp buna itiraz edebilseydi, bu iddianın ardındaki sahtekârlığı deşifre edip çitleri tek tek söküp atabilseydi ve yeryüzünün hiç kimseye ait olmadığı hakikatini haykırıp, etrafındakilere, “Eğer bunu unutursanız mahvolursunuz!” diyebilseydi, insanlığın bunca cinnet ve cinayetten, bunca savaş ve katliamdan, bunca zulüm ve felaketten, bunca ıstırap ve gözyaşından kurtulabilecek olduğunu söyler.
Açıktır ki Rousseau’nun ilk cümlesi aslında bir durum’u bildirir, ikincisi ise dilek kipinde normatif bir cümledir. Biz bugün biliyoruz ki durum hâlâ budur ve o normatif dilek ne bugün ne de tarihin herhangi bir anında tam anlamıyla gerçekleşebilmiştir. İngilizcede (ve diğer bazı Batı dillerinde) “state” sözcüğünün aynı anda “devlet”, “durum” (“hal”), “belirlemek” (“sınır çizmek”) ve “belirtmek” (“ifade etmek”) gibi dört farklı ancak yakından ilişkili anlam taşıdığı göz önüne alınırsa, söz konusu state’in dün de bugün de ciddi bir ihlal tehdidi ile karşılaşmadan varlığını –görece– huzur içinde sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Şüphesiz söz konusu state (devlet/durum/sınır/ifade) tarih boyunca çeşitli ihtilal’lere maruz kalmıştır, ancak bunlar state’i kökten ihlal etmeyen, onu elden çıkarmaya pek yanaşmayan, sadece ele geçirmeye çalışan müdahaleler olmaktan öteye geçemedi. Başka bir deyişle, “Burası benimdir!” iddiasına karşı, “Hayır, benimdir!” iddiasını dile getirmekten başka bir şey yapmadılar, yapamadılar.
Kısacası, epeyce köklü ve kadim bir durum’la karşı karşıya olduğumuz açıktır ve zaten Rousseau da farkındadır bunun. Zira onun yukarıda andığımız sözlerinin asıl derin anlamının, “özel mülkiyet”i mümkün kılan “çitleme”nin çok daha önce başka bir yerde, dil’de gerçekleşmiş olduğu iddiasında, daha doğrusu imasında yattığını söyleyebiliriz. Öyle ya, “Burası benimdir!” diyebilmek için, bunu öncelikle dil’de ifade edebilmemiz, dil içinde diyebilmemiz ve aynı zamanda, bu ifadenin meramını tam anlamıyla ifa edebilmesi için, ötekilerin (yani “saflar”ın) dil’inde –yani söz ve kalbinde– de yankılanması, ikrar edilmesi gerekir. Gramerdeki “iyelik” hali ile dünyadaki “sahiplik” durumu arasında simetrik bir ilişki vardır çünkü. Daha da önemli olan nokta şu ki, “Çitle çevirdiğim bu toprak parçası benimdir,” diyebilmemiz için, çok daha önce dil’de, bu cümlede geçen her bir sözcüğün teker teker, itinayla ve ihtirasla “çitlenmiş” olması gerekir. Saussure’ün diliyle söylersek, uçsuz bucaksız langue toprakları önce parsellenip meskûn mahal haline getirilmeli ve sonra da belirli bir parole alanı çitlenip ele geçirilmiş olmalıdır ki, bu sayede dünya üzerinde de çitler çekip mülkler edinebilelim; daha doğrusu, etrafımıza bu mülkü bize bahşeden makul sayıda “saf” toplayabilelim.
***
Antik Çin bilgeliği “şeylere ad verme”nin insanın elindeki en büyük güç/iktidar olduğunu söyler. Doğrudur! İnsan parmağını uzatır ve işaret eder: Bu “ağaç”, şu “hayvan”, bu “insan”, şu “Tanrı”, bu “akıllı”, şu “içgüdüleriyle hareket eder”, bu “ölümlü”, şu “ebedi”... Böylece bütün kainatı adlarla, sıfatlarla, kavramlarla “çitler”, bu sayede kavrar ve/veya ele geçirir. Bir şeyin zihindeki tasavvurunun (idea) hızla elin tasarrufuna (kavram) bırakılması bu bakımdan epeyce manidardır. Bu demektir ki, insan tahayyül ettiğini ele geçirir. Sadece kainatı mı? Hayır, elbette kendini de...
Şu kadim Aristotelesçi insan tanımını ele alalım örneğin: Animal rational. Yani insan akıllı hayvan’dır. Ya da daha yaygın ifadesiyle, insan düşünen hayvan’dır. Bu cümlenin öznesi –hem gramer açısından hem de performatif olarak– açıktır ki Tanrı makamından konuşur. Zira Ulus Baker’in dikkat çektiği üzere, burada “insan”, “tür yaratıcı” (differentia specifica) bir terim (“akıllı”) marifetiyle bir varlık alanı (cins) olarak “hayvan”dan ayırt edilmiştir. Başka bir deyişle, “cins” parsellenmiş ve bunlardan biri, belirli bir “tür”, yani “insan”, “akıllı olma” ve dolayısıyla “düşünüyor olma” vasfıyla donatılıp “çitlenmiş”tir. Üstelik Rousseau’nun medeni toplumunun “akıllı”sından farklı olarak buradaki “akıllı”, “çitlediği” alanın civarındaki ağyarın ikrarına ve rızasına da muhtaç değildir. Tanrı makamından söz etmemizin sebebi de bu zaten. Zira burada “çitleme” Rousseau’nun bahsettiği türden bir ideolojik söylem aracılığıyla değil, deyiş yerindeyse teolojik bir ayet marifetiyle gerçekleştirilmiş gibidir. Şüphesiz tuhaf bir ayettir bu: Gönderen ile alan aynıdır çünkü ve dolayısıyla, Rousseau’nun dikkat çekmiş olduğundan çok daha büyük, çok daha karmaşık bir “aldatmaca” söz konusudur: “İnsan akıl sahibi, düşünen bir hayvandır,” cümlesinin öznesi, çitlediği mülkün bekası ve oradaki huzuru için bizzat kendi saflığına ihtiyaç duyar çünkü.
Baki midir bu mülk ve huzur? Şüphesiz hayır! İki temel sebeple. Birincisi, yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi, burada aldatan ile aldanan aynı kişidir: İnsan. Şu nisyanla malul olduğunu bildiğimiz insan... Kavram’ların, ad’ların bir nesneyi ötekinden ayırmanın insani, pek insani bir yolu olduğunu biliyoruz; ama Nietzsche’nin dikkat çektiği üzere, bu bütün bunların tam da söz konusu ayrımın kendisinin unutulmasıyla mümkün olduğunu da biliyoruz. Evet, elinizde (kavradığınız) bir nesne ve karşınızda, diğer elinizle itelediğiniz (ötelediğiniz) başka bir nesne vardır; fakat bunu mümkün kılan “ayrım” her halükârda unutulmuştur. Ya da şöyle söyleyelim: Her halükârda sizin elinizde kaldığı için, artık bir “ayrım” olarak görülemez. İki ülkeyi bir birinden ayıran, ancak sadece bir taraftaki ülkeye ait olan bir “sınır” tahayyül edebilir misiniz? “İnsan akıllı (düşünen) hayvandır,” tanımı işte bu imkânsız işi başarır ve tam da bu sebeple, kavrayışını unutuşuna borçludur, ele geçirdiğini elinden kaçırdığına borçlanmıştır, diyebiliriz. Dolayısıyla, kendi mülkünde asla huzur bulamayacaktır. Zira efradı ağyarının tehdidi altındadır. İkincisi ve asıl önemlisi, etrafı çevrilip mülk edinilen söz’ün mana ufku, müphem dil bölgesiyle, onun tekinsiz topraklarıyla, uçsuz bucaksız no man land’iyle komşudur ve oradan gelen hücumlara, sınır ihlallerine açıktır her daim. Söz yerleşik, dil göçebedir çünkü ve tam da bu sebeple dil asla söze boyun eğmez. Sözünüzü dile getirip herkese dinletebilirsiniz, ama dilin kendisine asla söz geçiremezsiniz, sözünüzü ona asla dinletemezsiniz. Üstelik bu çok da iyi bir şeydir aslında. Zira J.B. Pontalis’in bilgece altını çizmiş olduğu gibi; bizi “kavram”ın, “ad”ın, kısacası “söz”ün zorbalığından, işgalinden koruyan bu göçebe dildir. Kavramı ağyarıyla, dışlayıp unuttuğuyla yüzleştirip sarsan, onunla sonsuzca dalga geçen dil...
İşte o göçebe, alaycı dil; müphem, ıssız ve tekinsiz dil âlemi, bazen bize rağmen sözümüz üzere başka bir mana, başka bir hakikat fısıldar. Örneğin, biz, “İnsan düşünen hayvandır!” deriz. Dil’in ıssız topraklarında bu sözün vurgusu tuhaf bir biçimde yankılanır: “İnsan düşündüğünü düşünen hayvandır.” Kısacası, dil sözümüzü keser ve en azından üç farklı mana fısıldar bize:
(1) İnsan, düşündüğünü ve böylece diğerlerinden farklı olduğunu sanan hayvandır. Yani insanın düşünüyor olduğu kanaati ve diğer hayvanlardan bu bakımdan ayrılıyor olduğu inancı bir vehim, bir hüsnü kuruntu’dur.
(2) İnsan, düşündüğünün farkında olan bir hayvandır; tıpkı “ölümlü olma” gibi “düşünüyor olma” vasfını da tüm diğer hayvanlarla (canlılarla) paylaşır; ancak, onu ötekilerden farklı kılan bütün bunların farkında olmasıdır: İnsan, düşündüğünü bilir.
(3) İnsanın düşüncesi kendisiyle sınırlıdır; başka bir ifadeyle, insanın düşünme faaliyeti onun düşünme kapasitesi ile sınırlıdır. Ya da çok daha kışkırtıcı bir ifadeyle, insanın düşünme faaliyeti kendi düşünceler’i ile sınırlıdır. Kısacası, insanın düşünme kapasitesini aşan, düşünemeyeceği şeyler vardır.
Dil’in fısıldadığı bu üç farklı manayı biz tek bir söz’de, tek bir cümlede toplayabiliriz sanırım: İnsan her an düşüncelere sahip, ancak nadiren düşünenbir hayvandır.
***
Michael Ramsey’in, Platon’un ünlü mağara alegorisini yorumladığı The Cave adlı ilginç bir kısa animasyonu vardır. Ramsey burada Platon’un söz konusu alegorisinde küçük fakat manidar bir değişiklik yapar: Filozofumuz mağaranın dışına çıkıp gerçek dünyayı temaşa eder ve geri dönüp duvardaki gölgeleri seyre dalmış insanlara hakikati anlatmaya yeltenir. Ancak insanlar filozofu da duvara yansıyan gölgelerden biri olarak görürler; kendilerine hakikati bildiren ses/söz de duvardaki gölgelerden birine aittir ve hakikatin mağaranın dışında olduğunu bildirmektedir, ancak kendisi içeride’dir. Dolayısıyla, nihayetinde kendisinin gerçek olmadığını iddia eder durumdadır. Anlayacağınız bir tür görsel Giritli paradoksu vardır ortada: Bütün gölgelerin yalan söylediğini söyleyen bir gölge!
Ramsey’in bu yorumu başka bir açıdan da ilginçtir ve manidardır; çünkü Platon’un mağara alegorisinindeki “duvar”ın aslında dil’e işaret ediyor olabileceğini akla getirir. Öyle ya, biz insanlar bu dünyada belki de –tıpkı Platon’un mağarasındaki insanlar gibi– dilimizin duvar-ekranına yansıyan gölgeleri (adları, kavramları, düşünceleri) seyretmekteyizdir umarsızca ve biz –belki de– yukarıda dil’in fısıldadığı üçüncü manada, düşüncelerimiz üzerinde düşünmekteyizdir sadece. Başka bir ifadeyle, kavramlarımızı imal ettiğimiz dil, dünyayı seyrettiğimiz bir “pencere” değil, bizi dünyamıza ve dünyayı bize kapatan bir “duvar”dır belki de. Varlıkları “kafesleyip” yakalamak için kullandığımız dil, belki de, asıl bizim yakalandığımız ve hapsedildiğimiz bir “kafes”tir. Ya da Nietzsche’nin diliyle söylersek, dil bizim evimiz, ama “tutukevi”mizdir belki de – kim bilebilir?
Modern felsefe aslında bu insan durumu’nun farkındalığıyla başlar, diyebiliriz sanıyorum. Kendisini öncelikle ve sistematik olarak Descartes’ın rasyonalist felsefesinde ifade eden bir farkındalıktır bu. Özellikle de onun cogito’sunda... Yine Ulus Baker’in dikkat çektiği üzere, Descartes’ın cogito’su aslında yeni bir insan tanımıdır: “Dubito, ergo cogito, ergo sum, ergo ego res cogitans... Kuşku duyuyorum, demek ki düşünüyorum, o halde varım, demek ki ben düşünen bir şeyim...” Baker, bunun sadece şu ünlü “insanın akla sahip düşünen bir hayvan olduğu”na dair eski tanıma itiraz olmadığını, aynı zamanda “tanımın tanımı”nda da radikal bir değişiklik önerdiğini ve/veya takdim ettiğini söyler: “İnsan tanımı olarak “düşünüyorum’, eski tanımdaki fikirler zincirlemesinden bambaşka bir ‘zaman’ sürecine bağlanmaktadır –‘hayvan’, ‘insan’ ve ‘akıllı’ fikirleri eskiden bütünüyle birbirleri dışına konularak zincirlenmekteydiler, ‘düşünce zamanı’nı tanımın hiyerarşisi oluşturuyordu. Oysa Descartes’a göre, ‘Kuşku duyuyorum, demek ki düşünüyorum, o halde varım, demek ki ben düşünen bir şeyim...’ gibi bir fikirler zinciri içindeki unsurlar birbirlerine çok farklı türden bir bağlantıyla bağlanırlar: Involutio, yani içsel gerektirme.”
Bu yeni tanımın iki önemli veçhesi olduğu söylenebilir. Birincisi, bu akıl yürütmenin öznesi, aşkın bir makamdan hüküm vermez; sadece, kendi akıl yürütme zincirini kat eder, baştan sona ama tamamen içeriden. Deyiş yerindeyse, kendini bu akıl yürütmeye sıkıca zincirlemiştir. İkincisi, bu özne varlığının dayanağını düşünüyor oluşunda, daha da önemlisi, düşünüyor oluşunun dayanağını da şüphe ediyor oluşunda bulur. Dolayısıyla Descartes’ın cogito’su varlık meselesi muvakkaten dışarıda bırakılarak şöyle formüle edilebilir sanıyorum: Şüphe ediyorum, demek ki düşünüyorum, o halde düşünüyor olduğumdan da şüphe etmeliyim, yoksa düşünüyor olduğumu söyleyemem.
Zaten Descartes’ın çağdaşı olan birçok filozof ve modern felsefenin daha sonraki evrelerinde yaşayan birçok düşünür, onun bu ünlü akıl yürütmesini aynı titizlikle, tekrar tekrar, baştan sona kat edip onun bu zincirin hangi halkasında “şüphe etmek”ten, demek ki “düşünmek”ten yorulup “düşünceleri”ne, yani “kanaatleri”ne, “inançları”na teslim olduğunu tespit etmeye, sorgulamaya çalıştı. Bu şüphesiz uzun ve karmaşık bir hikâye; ancak kestirmeden şu söylenebilir sanırım: Modernite büyük ölçüde Descartes’ın cogito’suyla başladı, onun terennümüyle serpildi ve nihayet onu ezberine aldığı andan itibaren de sınırlarına dayanıp kendi kriziyle karşı karşıya kaldı. Başka bir deyişle, Descartes’ın cogito’sunu bir fiil olarak değil bir fikir, bir ad olarak kendi mağarasının duvarlarında seyre daldığı an, kendi sonunu, daha doğrusu sınırlarını gördü.
Başka bir modern filozof, Heidegger, modernliğin bu derin krizini insanın “varlığı unutuşu” ile ilişkilendirdi ki bunun aslında insanın “düşünmekten” vazgeçişiyle ilgili bir “unutuş” olduğu gayet açıktır. Zira Heidegger, kendi zamanına dek gelen kadim felsefe geleneğinin bizi dünyaya kapayan bir “duvar” haline geldiğinin farkındaydı ve bu sebeple, ısrarla, dünyanın mevcut (present) halinde zaruri ihtiyacın felsefeden çok, teyakkuz halinde bir tefekkür (attentiveness of thought) olduğunu söylüyordu. Şüphesiz Heidegger bütün bunları modernitenin “akşam”ında dile getiriyordu. Gün ışığının henüz tamamen ufku terk etmemiş olduğu bir alacakaranlıkta...
Başka bir modern filozof, Derrida, modernitenin “gece”si tüm heybetiyle üzerimize çöktüğünde, Heidegger’in de artık duvarda seyrettiğimiz gölgeler arasına karıştığını ilan etti. Heidegger felsefenin kendisinin bir “duvar” haline geldiğini söylemişti; Derrida, onun fikriyatının da nihayetinde taşlaşıp o “duvar”ın bir parçası haline geldiğini; hatta zaten baştan itibaren mecburen öyle olduğunu söyledi. Zira Derrida’ya göre, Heidegger’in felsefeye itirazı –nihayetinde– doğası itibarıyla felsefi idi; dahası, onun bu metafizik karşıtı felsefesi dahi mecburen metafizik bir karakter arz ediyordu. Dolayısıyla o da karşı çıktığı filozoflarla aynı yazgıyı paylaşmak durumundaydı. Tıpkı Platon’un filozofu gibi Heidegger de Varlık’a, Öte’ye işaret ediyordu, Hakikat’e…
Oysa insanlar çoktan onun kendisini (yani gölgesini) ya da işaretparmağını (yani kavramlarını) seyre dalmıştı. Ve bu durum, başka şeylerle birlikte bizatihi felsefeyi de mümkün kılan dil’in, insan için –eğer ister ve çaba gösterirse kurtulabileceği– bir “hapishane”değil –ne yaparsa yapsın asla kurtulamayacağı– bir “hüküm” olduğunu gösteriyordu esasında. İnsana giydirilen ve insanın sürdürdüğü bir hüküm… Derrida belki de bu sebeple felsefi bir exodus yolu/yöntemi olarak “yapı-bozum”u önermişti; bir tür kazı sanatı/zanaatı, fakat her halükârda bir tür enkaz bilimi olarak…
Sonra başka bir modern filozof çıktı, Derrida’nın da aynı şekilde...
Ve ilanihaye...
***
Öyleyse artık sadede gelebiliriz. Descartes’ın cogito’su ve onun yazgısı; bir metin, bir kitap için de geçerli midir? Tuhaf gelebilir; ama öyle olduğunu düşünüyorum: Şüphe içinde düşünüp durmuyor ise, bir metnin, bir kitabın var olduğu söylenemez çünkü. Kendi içinde düşünmeyen, içinde sadece düşünceler barındıran bir kitap ya da metin, okurun karşısına geçip seyre dalabileceği bir “duvar”dır, o kadar. Peki ama, bir kitap nasıl düşünür? Yanıt basit: İçinde bir kurt (şüphe = soru işareti) kıpırdanıyor ve onu, okurunun da içine düşürüyorsa, düşürebiliyorsa; içinde anahtarlar değil kilitler barındırıyorsa o kitap düşünüyor demektir.
Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı tam da böyle bir düşünen metindir işte. İçinde hiçbir anahtar yoktur – sol anahtarı bile yoktur. Kilitleri kurcalar sadece – kurulmuş kilitleri yoklar. Düşüncelerin içinden uyuklayarak değil teyakkuz halinde düşünerek geçer ve her halükârda ısrarla “akıntıya karşı” yüzer. “Yara”dan “bıçak”a doğru ilerler. Sınır’ların yeryüzünde, kod’ların kamusal ve mahrem hayatta, ad’ların ve sıfat’ların bedenlerde ve ruhlarda açtığı yaraların izini sürer. Yarayı bıçakla yüzleştirmeye çalışır kısacası. Sınır çizmenin, kod “yazma”nın, ad vermenin içerdiği şiddeti ve vahşeti; medeniyetin ruhuna yerleşmiş barbarlığı açığa çıkarmaya, görünür kılmaya çalışır.
Bu zorlu takipte elbette birçok yazar ve düşünürle yârenlik, yoldaşlık eder Yarabıçak; ancak Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce”sini yol boyunca en sıkı yol arkadaşı edinmiştir kendisine. Düşünmeyi kavram inşa’sı ve aynı zamanda imha’sı olarak gören bu düşünce tarzı; sınırlara, kodlara, adlara, velhasılı her türden düzen ve düzenbazlığa karşı mümkün mertebe etkili ve efsunlu düşünme araçları sağlar çünkü ve kendini yollara vurmuş bir metin için zorlu ama zorunlu bir donanım teşkil eder. Varlıklara, durumlara ve olaylara işaret eden kavramlardan müteşekkil bir donanım değildir bu. Daha ziyade, varlıklara, durumlara ve olaylara –bir kamikaze pilotu gibi– dalıp intihar eden; görevini ifa ettiğinde kendini imha edecek biçimde inşa edilmiş bir kavramsal donanımdır ve bu bakımdan Yarabıçak için elzemdir.
Böyle bir donanımla yola çıkan, yersizyurtsuz “göçebe” bir metin olarak Yarabıçak, ihtilalci değil ihlalci bir politik tavır, sınır tanımayan bir etik –hatta estetik– duruş sergiler. Okuru birlikte yolculuğa çıkmaya çağırmaz; tam tersine, yoldan çıkmaya kışkırtır. Kolunun altında Devlet ve İhtilâl değil, Devlet ve İhlal vardır. Henüz yazılmamış, yazılmayı bekleyen bir kitap…
İhlal... ancak yıkıcı değil kurucu bir ihlaldir bu. Gözünü budaktan sakınmaz; ama bir ihtilalcinin cüretkârlığından çok, bir zanaatkârın zarafeti vardır bu cesaretin ardında. Çizilmiş tüm sınırları, örülmüş tüm duvarları böyle bir cesaretle karşısına alır Yarabıçak ve elindeki çekici tıpkı bir zanaatkâr gibi itinayla kullanır. Bu sebeple, her türden sınır, düzen, düzenek üzerinden can havliyle seken bir kurgusu vardır Yarabıçak’ın.
Düzyazıdan şiire, şiirden öyküye, oradan denemeye göç eyler; sol hareketlerin örgütsel sorunlarından medeniyet tartışmalarına, medeniyetin kıyılarında yaşayan göçebelerin yaşam tarzlarından modern kent insanının iç medeniyet meselelerine, politikanın arzuyla ilişkisinden solculuğun haleti ruhiyesine, edebiyatın edep ve edepsizlikle ilişkisinden erotizmin politikasına uzanan bir yığın meseleye el atar. Ancak bütün bunları ele alır tartışırken dağılmaz; zira aslında tek bir ana tema, daha doğrusu ana soru bütün metni baştan sona kat eder: Göçebe, yersizyurtsuz bir medeniyet mümkün müdür? Başka bir ifadeyle, yerleşik olmayan, insanın içine yerleştiği, kurulduğu değil de, tam tersine insanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür? Yarabıçak’ın –eğer varsa– en bariz kahramanının, daha doğrusu anti-kahramanının Çingeneler, şu “okyanusa akan ırmak suyu içmiş” insanlar olması bu bakımdan oldukça manidardır. Zira onlar, medeniyetlerini içlerinde taşıyan bir toplumun mensubudurlar. Çingeneler –evet, bugün bizim adlandırdığımız ve anladığımız manada– bir “medeni toplum” mensubu değillerdir elbette; ancak bizim gibi, bu “medeni toplum”un “akıllı” kurucusunun oyununa gelecek kadar “saf” da değillerdir işte ve sırf bu yüzden, eğer daha fazla mahvolmak istemiyorsak, onların sınırsız/hudutsuz, devletsiz/bayraksız konargöçer medeniyetinden bir şeyler öğrenmemiz gerekir.
Yarabıçak’ta Ömer Faruk tam da böyle bir öğrenme sürecine kalkışır ve okuru da, yerini yurdunu terk edip bu doğuştan filozof peripatetic’lerin; şu gezgin, yurdu yersizleştirmiş, yersizliği yurt edinmiş bilgelerin peşine takılmaya kışkırtır.
***
Yarabıçak’ta sık sık söz alan Abdûlgaffar el Hayatî, “Sınır önce zihinde oluşur,” demişti. Ömer Faruk, bu “sınır-ötesi” metninde bize, söz verdiği başka bir düşünürün ağzından, “Düşünce, düşünmeye zorlayan ve düşünceye şiddet uygulayan bir şey olmadan bir hiçtir,” diyor ve “düşünmeye iten şey”in “düşünce”nin kendisinden daha önemli olduğunu anımsatıyor. Düşünce’nin düşünme önüne duvar örebileceğinin; düşünme’nin en zayıf anının, tam da insanın düşüncelerini ifade ettiği an olduğunun farkındadır Ömer Faruk ve bu sebeple, Yarabıçak’ta okura düşüncelerini –diyebiliriz ki elindeki bıçağı– değil, düşünme faaliyetini –diyebiliriz ki üzerindeki yaraları– takdim ediyor. Böylece, Rousseau’nun karşılıksız kalmış itiraz/ihlal dileği’ni ve Descartes’ın cogito’sunun unutulmuş “şüphe = düşüncesi”ni sırtlanıp duvarlarda kıpırdayıp duran gölgelere değil, dışarıda akıp giden hayata bakmayı öneriyor.
Jacques Meunier, “gezgin-yazarlar”ı ikiye böldüğümüzde ortaya bir “gezgin” ile bir “yazar” değil, iki yarım “gezgin-yazar” çıkar, demişti. Aynısı Yarabıçak ve onun yazarı için de söylenebilir sanırım. Ya da şu: Yarabıçak’ı böldüğümüzde bir elimizde “yara”, diğerinde “bıçak” kalmaz; sadece elimizdeki yaralar çoğalır – yazı bizatihi bıçaktır çünkü.
Nasıl söylemişti Cemal Süreya:
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve denemenin ucunda yepyeni bir Çingene
Biliyorum, sonu tam böyle değildi bu şiirin, ama bu sunuş’un sonuna yakışmadığı söylenemez. (ŞA/EKN)
* Yarabıçak-Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları, Ömer Faruk, İthaki Yayınları, 2014