Hala burnundan kıl aldırmamaya çalışan AKP iktidarının Musul’un dibindeki Başika’ya asker göndermesinin nasıl yanlış bir hesap olduğu ve Bağdat’tan döndüğü üzerine çok laf etmeye gerek yok. Uluslararası ilişkilerde dünyadaki yerini, boyunu, posunu bilmeyene hatırlatacak güçler, kurumlar var. Nitekim hatırlattılar ve Türk askerleri Irak’tan çekilmek zorunda kaldı. Ancak dünyanın çok küçüldüğü ve devletlerin “iç işleri”nin artık eskisi gibi o devletin sınırları içinde kalmadığı, hele de “Kürt sorunu” gibi bir sorunun artık tam anlamıyla uluslararası niteliğe büründüğü gerçeğinin idrakinde olmayan iktidar Irak’takine benzer bir gaflet halini kuşattığı Kürt şehirlerinde de sergiliyor.
Suriye ve Musul için yaptığı yanlış hesap Bağdat’tan döndü, peki Kürt halkı için yaptığı hesap nereden döner?
21 Mart 2013’ten bugüne…
Bu noktaya nasıl gelindiğini hatırlamakta fayda var.
21 Mart 2013’te Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği mektubun Diyarbakır Newroz alanında okunmasıyla yeni bir barış sürecinin başladığı ilan edildiğinde beklentiler çok yüksekti. Daha önce Habur’dan dönen Oslo Süreci’nden sonra ve onun deneyimleri de dikkate alınarak geliştirilen ve Öcalan ile Kandil’in de HDP heyetleri aracılığıyla görüştükleri İmralı Süreci yaklaşık 30 yıldır devam eden 29. Kürt İsyanı’na son verebilirdi. Özellikle de iki taraflı bir ateşkes eşliğinde Öcalan’a önemli bir rol tanınması umut ve beklentileri artırdığı gibi devletin/siyasi iktidarın soruna yaklaşımının da bu defa daha ciddi olduğunu düşündürüyordu. Dünyada benzer sorunlar için geliştirilen ve İrlanda (IRA) ve İspanya’dan (ETA) Kolombiya (FARC) ve Filipinler’e (İslamcı MORO) kadar birçok ülkede çatışan, savaşan tarafların müzakerelerde bulunarak anlaşmasıyla sonuçlanan “çözüm modeli” örneklerinden çok uzak görünmeyen bu yeni süreci destekleyenler ilk günden itibaren uyarılarını da yaptılar: Bu yeni süreç de başarısızlığa uğrarsa şiddet bu defa daha önce görülmemiş boyutlarda geri döner, bunu unutmadan ilerlemek gerekir.
Ancak olmadı, süreç bir kez daha tıkandı, “buzdolabına” kaldırıldı ve tam da korkulduğu gibi şiddet son otuz yılda görülmemiş biçimlerde ve boyutlarda geri döndü.
Aslında “Çözüm Süreci” denilen ve sadece AKP iktidarının değil Türk devletinin bir bütün olarak karar verdiği bu politika temelde yeni bir Türk-Kürt ittifakından başka bir şey değildi ve yeniden düzenlenmekte olan Ortadoğu coğrafyasında birlikte daha güçlü olmayı amaçlıyordu. Kürtler bu ittifaka hazır ve istekliydiler; 21. Yüzyılda tarihin akışı Kürt halkının makûs talihini değiştiriyor ve onu güçlü bir şekilde sahnenin önüne çıkarıyordu. Özgüveni ve özsaygısı yükselmiş, güçlenmiş Kürt halkı Türklerle eşit ve özgür bir şekilde geleceğe yürümek istiyordu. Ancak Kürtlerin bu anlayış ve yöneliminin Türk tarafında da karşılığının olduğu, Türk devletini yönetenlerde de bulunduğu söylenemez. İşin gerçeği budur ve Kürt halkı istediği, aradığı muhatabı karşısında bulamamıştır.
Her şeye rağmen ağır aksak ilerleyen süreç yine de iki yıl sonra, 28 Şubat 2015’te “Dolmabahçe Mutabakatı” adı verilen ve İmralı’da masası bile hazırlanan doğrudan müzakerelerin başlayacağı aşamaya kadar geldikten sonra 22 Mart 2015’te “müzakere yok”, “izleme heyeti de yok”, hatta “artık Kürt sorunu da yok” diyen Erdoğan tarafından sona erdirildi. Çünkü bu süreçte Kürt tarafı güçleniyor, Erdoğan’ın başında bulunduğu devlet ve iktidar partisi zayıflıyor, inisiyatif kaybediyordu. Başlaması gibi sona erdirilmesini de yine bir devlet politikası olarak anlamak gerekiyordu.
İki seçenek…
Çözüm Süreci’nin sona ermesi çatışmaların başlaması ve savaş demekti ancak Kürt hareketi hemen bu hatta girmedi. Tam tersine çatışmadan uzak durdu ve 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin elde edeceği sonucu bekledi. Çünkü HDP’nin başarısı Erdoğan’ın elini zayıflatabilir ve tekrar çatışma/savaş hattına girmeden “Çözüm Süreci” yeniden canlanabilirdi. Nitekim 7 Haziran’da HDP’nin beklenenin de üzerinde bir destek bulmasıyla umutlar arttı. Ancak bu kadar güçlenmiş ve eşit haklar, koşullar talep eden bir müttefikle yürümeye niyeti olmayan Erdoğan liderliğindeki Türk tarafı yeniden seçime karar verirken Kürt muhatabını iyice güçten düşürmedikten sonra masanın yeniden kurulmayacağını da ilan ediyordu.
Parlamentoda 80 milletvekiliyle yer alan HDP’nin de etkili olacağı herhangi bir koalisyon hükümetinin kurulmasını engelleyen Erdoğan 7 Haziran seçiminin sonuçlarını kabullenmeyip yeniden seçime karar verince artık 1 Kasım’da yapılacak seçimler PKK/KCK açısından önemini kaybetti. Seçimle, oyla fazla bir şey yapmanın mümkün olmadığı düşüncesi güçlenmeye başladı.
HDP’nin ve Kürt hareketinin güçlenmesinden en az Erdoğan kadar rahatsız olan ve AKP ile birlikte düşmanlaştırma, şeytanlaştırma kampanyasına girişen MHP de Erdoğan’ın yanında yer alınca karşısındaki savaş cephesinin iyice güçlendiğini gören Kürt hareketinin önünde iki seçenek vardı; ya bu savaş kabul edilmeyecek, yani PKK-KCK “Türk devletine karşı silahlı mücadeleye son verdiğini” ilan edip, silahlı güçlerini sınır dışına çıkaracaktı. Bu durumda Kürt hareketi için de, Türkiye için de yepyeni bir dönem başlayacaktı (ve tabii bugünkünden çok farklı bir yere doğru ilerlenecekti…) Ya da uluslararası ve bölgesel konjonktürün Kürt halkının lehine, AKP iktidarının/Erdoğan’ın aleyhine olduğu öngörülerek savaşmaya karar verilecek ve isyan şehirlere inecekti. Kürt isyanını yönetenler ikincisine karar verdiler ve isyan dağdan ovaya indi. 1 Kasım seçimlerinden sonra Kürt liderlerin “Bizim mücadelemiz olmasa HDP bu kadar da oy alamazdı” demesinden de anlaşılıyor ki, Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin sona ereceği seçeneği riskli buldular.
Kısacası bugünkü tablo 7 Haziran seçiminin sonuçlarının kabullenilmemesiyle doğdu.
Hüda-Par bile karşı
Artık savaş daha önce görülmemiş boyutlarda ve belki de öngörülmeyen şiddette sürüyor ve bunun öyle kısa zamanda bitmesi de beklenemez. AKP sözcüleri “90’lara dönülmeyecek” derken doğru söylüyormuş, çünkü o zaman olağanüstü hal ve JİTEM, beyaz Renaultlar, Hizbullah vardı. Oysa bugün tankların evleri yıktığı, bombaladığı basbayağı bir “savaş hali” var ve tanklarla birlikte Esedullah Timi ve siyah Rangerlar da ortaya çıktılar. Akıl almayacak uzunlukta sokağa çıkma yasaklarıyla, beş ayda öldürülen 44 çocukla, çok daha fazla sivil can kaybıyla, sahipleri kovulan evlerin karargah haline getirilmesiyle Hüda-Par’ın bile itiraz ettiği bir tablo ortaya çıktı.
İç savaşın hüküm sürdüğü Suriye’den farksız bu görüntüleri, bu kadar pervasız, bu kadar şiddetli bir saldırıyı belki Kürt tarafı da öngörmüyordu ama artık ok yaydan çıkmış bulunuyor.
Belki de tamamen yanlış bir değerlendirmeyle Sri Lanka örneğinde olduğu gibi “toplu imha” ile sonuç alacağını zanneden AKP iktidarı mülteci krizine ilişkin anlaşmayla Avrupa’nın, İncirlik anlaşmasıyla ABD’nin istediğini vererek “kendi Kürtleri”ne karşı bu savaşı istediği kadar sürdüreceğini sanıyorsa yanılıyor. Baskı ve kontrol altına alınmış medyayla, üniversitelerle, kimi sendikalarla, dindar ve laik ırkçı-milliyetçi “aydın”larıyla, sadece AKP’nin değil MHP’nin candan desteği ve CHP’nin suskunluğuyla sağlanan Türkiye içindeki sessizlik, “Türkiye’nin batısının duyarsızlığı” denilen durum ne kadar sürer bilinmez ama Türkiye sussa bile dünya susmayacaktır.
Trajikomik laflar…
Şu anda o Kürt şehirlerinde neler olduğunu gayet iyi bilen Başbakan Davutoğlu AKP Gençlik Kolları Kongresi’nde konuşurken, “Mekke, Medine ve Kudüs ve İstanbul'dan sonra İslam'ın en güzide şehri Diyarbakır'dır. Cizre'deki, Silopi'deki gençlere sesleniyorum. Diyarbakır'ı aşkla sevdik" diyor. Öyleyse o tankların Diyarbakır sokaklarında ne işi var?
Ancak bir kısmı sızan gerçekleri gizlemeye çalışan Davutoğlu DEİK Kongresi’nde daha da coşuyor, şöyle ancak “trajikomik” denebilecek laflar ediyor: “Dünyada Türkiye'nin ekonomisine ve demokrasisine gıpta ile bakıldığını gördükçe gurur duyuyorum.” Tanklar sokaklarda… Devam ediyor: “Bizim için asıl olan her zaman insan onuru, demokratik haklar ve hukuktur…” Tanklar sokaklarda… “Dünyanın her köşesindeki mazlumlar 1 Kasım gecesi rahat bir uyku uyudular. Türkiye Cumhuriyeti Devleti güçlüyken dünyadaki hiçbir mazlum kendisini sahipsiz hissetmeyecek.” Diyarbakır’daki, Cizre’deki, Nusaybin’deki mazlumlar da dahil mi?
Birçok şehrinin sokaklarında tanklarının dolaştığı, son beş ayda 44 çocuğun öldürüldüğü bir ülkenin başbakanı böyle konuşunca eski İngiliz Başbakanı Churchill’in savaşla ilgili sözleri akla geliyor. “Savaşın ilk kurbanı gerçeklerdir” demişti. Bugünlerde tam da bunu yaşıyoruz. Korkunç bir yalan ve propaganda kampanyasıyla gerçekler görülmez, anlaşılmaz hale getiriliyor, insanlar kandırılıyor. Ama bu arada eski ABD başkanlarından Abraham Lincoln’ün bir sözünü de hatırlamakta fayda var. Lincoln de şöyle demişti: “Bazı insanları her zaman, bütün insanları da bazen kandırabilirsiniz; ama bütün insanları her zaman kandıramazsınız.”
Yanlış hesap Bağdat’tan döndüğü gibi Diyarbakır’dan da döner… Ve sonuçta masa yeniden kurulur ama belli ki bu arada çok bedeller ödenecek… (SÖ/HK)