Bilim dediğimiz şey, ortaya bir iddianın atılması, sonra da bu iddianın eldeki veriler, deneyler, dayanaklarla kanıtlanması üzerine kuruludur. O ana kadar kabul görmüş olan bir iddia çürütüldüğünde artık geçerliliğini yitirir. Bilim tarihi bunun örnekleriyle doludur. Hiçbiri, dünyada bir yere sahip olmayan ülkemiz üniversitelerindeki bilim algısıysa büyük oranda sadece savlardan ibarettir. Kanıtlanmaya çok da ihtiyaç duyulmaz. Biliminsanlarımız da bir tür savcı gibidir. Savcılar nasıl iddianamelerde bol keseden atarsa, örneğin, rektörler de nefes alan öğrenciye yapmadığını bırakmaz.
Fen bilimlerinde pek de iyi olduğumuz söylenemez ve fakat sosyal bilimlerde de iyi değiliz. Nitekim geçtiğimiz günlerde bazı gazetelerin internet sayfalarında Türklük gururunu okşayacak fotoğraf toplamlarından birinin konusu ‘Bilimadamları Hunza Türklerinin sırrını arıyor’du. Sanki bir canlı türünden söz ediliyor: Türk var, bir de diğer Türkler var! Türkler çeşit çeşit. Sanki 1930’lardayız. Hani dinler tarihçisi Ömer Hilmi Budda’nın, soyadını Buda inancının kurucusundan alacak kadar Buda’nın Türk olduğunu kanıtlama çabası ya da Latin Amerika dillerinin Türkçe’yle ortaklığının ispatı için uzak diyarlara gönderilen, soyadını Maya’lardan esinlenen Hasan Tahsin Mayatepek aramızda, ruhları hala canlı. Zira, Hunza Türkü diye bir kabile, bir etnik grup yeryüzünde yok, sadece Türkiye bunu böyle biliyor. Hunza vadisinde yaşayan halkların gen araştırmaları onların oldukça karışık bir gen havuzundan geldiği şeklinde. Hunza halklarının bazılarında, Büyük İskender’in Makedon kanı bile var. Yani Yunan gazeteleri çıksa Hunza Yunanları dese, olur mu olur, neden yapmazlar ki? Yanlış soru faşizme ilaçtır...
İngiltere’nin Brookwood kentinde 1990’dan bu yana bir Türk Hava Şehitliği var. İngiltere’de bir Türk şehitliğinin olması şaşırtıcı. 1940’lı yıllarda eğitim için İngiltere’ye gönderilen teğmenlerimizden bazıları daha 20’li yaşlarının başlarındayken eğitim sırasında meydana gelen kazalarda yaşamlarını yitirmişler. Bir pilotumuz bisiklet kazasında (muhtemelen ters trafiğe alışamama) diğeri de tren kazasında yaşamını kaybetmiş. Militarizm sadece savaşta öldürmüyor. 15 Mayıs Hava Şehitleri anma gününde bu ondört şehit için orada da tören düzenlenir. Törenler şehitlik arketipinin varlığını canlı kılar. İstanbul’un ve cennet ülkemizin her köşesinin fethinin ve düşman işgalinden kurtuluşunun il, ilçe, KKTC ve dış temsilciliklerimizde kutlanması da bu arketip için önemlidir. Ekleyelim: İstanbul’un fethi 1953 yılında kutlanmaya başlanır. 1955’e sadece iki yıl kala...
Şehitlik ve kurtuluş düşmansız olmaz. Düşman arketipi de şehitlik gibi canlıdır her an. Acaba düşmanı temsili olarak denize döken insanlarımız düşmanı nasıl tanımlar? Düşman, uzaylı gibi midir? Afrikalı bir halk mı? Mitoslaştırma kurgusu dille işler: bir ilkokul öğrencisi için ‘kahraman’ sıfatı ‘Türk Askeri’dir, düşmansa ‘hain’. ‘Düşman’ işgaline uğramayan şehirlerde bile o şehirlerin düşman işgalinden kurtuluşu kutlanır ya da mesela İstanbul’da Bayburt’un düşman işgalinden kurtuluşunun neden kutlandığı sorusu yanlış bir sorudur. Kutlama fetişizmi şehit ve düşman arketipleriyle doldurularak, toplumsal bilinçdışında yerini bulur.
Geçtiğimiz günlerde İnsanlık tarihinin ilk yazılı metinlerinden biri olan Gılgameş destanının daha önce hiç bulunmamış parçaları Irak’ta bulundu. Uzmanlar, kaçakçılarla büyük pazarlıklar sonucu almışlar kil tabletleri. Yazıtlar ise pastoral bir şiir havasında. Peki, Gılgameş Türk müydü Kürt mü? Çok önemli bir yanlış soru!
Nobel ödüllü Prof. Aziz Sancar, doğru sorularla yola çıkıp bir sonuca ulaşıyor. Ödül sonrası ona sorulan sorular çalışmadığı yerden: Türk müsünüz Arap mı Kürt mü? Ne dese bilemiyor. 1950’lerin Türk eğitim sisteminde öğrendikleriyle soruyu yanıtlama çabasında.
Sonuca gelirsek, Yanlış soru şudur: Bu ülkeden bir Aziz Sancar daha çıkma olasılığı var mıdır? Yanlış soruların yanlış cevapları bir bütün olarak anlamlıdır, ne yazık ki o noktadayız. (BE/HK)
Fotoğraf: Samuel Corum - Washington DC/AA