Kadın erkek eşitliğine inanıyor musunuz? Kadınların evde, sokakta, işte, okulda özgürce, güvenle ve eşitçe var olabilmeleri gerektiğini düşünüyor musunuz? Eşit işe eşit ücret almaları, eşit eğitim olanaklarına ulaşmaları ve kendi bedenleri üzerinde kontrol sahibi olmaları gerekli mi? Tüm bu sorulara evet cevabı verdiyseniz tebrikler, siz de bir feministsiniz. Elbette feminizmin ne uğraştığı alanlar bu sorularla sınırlı, ne kendi içindeki fraksiyonlar her alt başlığa aynı yerden yaklaşıyor. Tüm -izmler gibi, feminizmin de içi zengin damarlardan oluşuyor, bazen birbirine çok yaklaşıyor bu damarlar, bazen de bir hayli uzaklaşıyorlar. Ama başladıkları nokta aynı ve kökleri de oraya bağlı: Cinsiyet eşitliği.
Yakınlarda “Kadın ve Barış” adlı bir panele Oya Baydar da konuşmacı olarak katıldı. Sur ve Cizre’deki insan hakları ihlallerine dair kadın girişimlerinin ve bireysel tanıklıklarının anlatıldığı ve destek için neler yapılabileceğinin tartışıldığı bir panel ve tümü kadınlardan oluşan konuşmacılar dersem zannediyorum atmosfere dair bir fikir verir. İşte böyle bir panelde, barış için kadınların yapabileceklerinden bahseden Oya Baydar, yaşadığımız düzende erilliğin ister istemez kadınların ve belki en çok da kadın politikacıların içine işleyebildiğinden bahsetti, “Erkekten daha erkek kadınlar” diyerek iktidara yaklaşan kadınların da cinsiyetlerinden bağımsız olarak “erkeklik” yapabildiğini söyledi. Şüphesiz ki erkekliğin bir iktidar türü olarak belli oranlarda içimize işleyebildiğini, yarattığı ayrıcalıklardan faydalanabilmek için kadınların zaman zaman erkekliği içselleştirdiğinin farkındayız. Belki de bu haklı tespit yüzünden, ardından gelen cümle son derece büyük bir sürpriz oldu: “Yanlış anlaşılmasın, kadıncı değilim. Öyle feminist falan da hiç olmadım.”
Ucuz kurtarmıştık, çünkü 8 Mart yaklaşırken sadece kadın konuşmacıların olduğu, adı “Kadın ve Barış” olan ve gazeteci, yazar ve politikacı kadınların fikir paylaştığı bir panelin konuşmacısı neyse ki feminist falan değildi. Barış İçin Kadın Dayanışma Grubu’nu örgütleyen, birçok kadın yazar, aktivist, akademisyen ve siyasetçi ile Cizre’ye giden, Melek Ulagay ile beraber yazdığı, 68’leri kadın perspektifinden anlattıkları “Bir Dönem İki Kadın” kitabı için “Bu kitabı iki erkek yazamazdı” diyen Oya Baydar, feminist değildi. İyi de, o zaman kim feministti ki?
Benzer tartışmalar, İngiltere’deki kadınların oy hakkı mücadelesini anlatan Suffragette filminde kadın lider Emmeline Pankhurst’ü canlandıran akademi ödüllü oyuncu Meryl Streep için de söz konusu. Sık sık cinsiyet eşitsizliğine dikkat çeken, meclisteki herkesin adresine cinsiyet eşitliği yasasının çıkarılması için yazdığı mektubu yanına kadın haklarına dair bir kitap da ekleyerek yollayan ve hatta Demir Leydi filminden kazandığı tüm parayı Ulusal Kadın Tarihi Müzesi projesine bağışlayan bir kadın Meryl Streep. Üstelik kadın hakları aktivizmi bunlarla da sınırlı değil. Buna rağmen, geçtiğimiz aylarda bir röportajda sorulan “Feminist misiniz?” sorusunu “Hümanistim” olarak yanıtlamayı tercih etmesi, başta uzun süredir kendisiyle dayanışma içindeki feministler olmak üzere, hayret ve eleştiriyle karşılandı.
Peki feminizm nasıl oluyor da “kadın hakları savunucusu”dan daha kirli, daha telaffuz edilmeyesice bir kelime oluyor? Açık açık kadın perspektifinden, eşitlikten, ataerkil düzenden bahseden kadınlar, nasıl oluyor da iş oraya geldiğinde “aslında feminist olmadıklarını” belirtme zorunluluğu duyuyorlar?
Feministler ne yapıyor da isimleri bu kadar tehdit unsuru oluyor? Erkek çalışanlarına kadınlardan daha az maaş ödüyor, erkek öğrencilerine sistematik olarak tacizde mi bulunuyorlar? Sokakta ve evde erkeklere sistematik şiddet mi uygulamaktalar? Yoksa şiddete maruz kalan erkeklere de destek olanlar bizzat feministler mi? Tecavüzden hayatta kalan erkeklerle dayanışan ve erkekleri şiddete maruz bırakan zorunlu askerlik gibi konularla uğraşanlar da yine feministler değil mi? Çokça iddia edildiği üzere, feminizm “sadece” kadınları savunmuyor. Özellikle çağın devinimiyle hız kazanan kesişimsel feminizm, erkek şiddetinin girdiği her alanı, herhangi bir grubun ayrıcalık sahibi olduğu her konuyu odağına alıyor, sınıfsal ve etnik mücadeleleri de cinsiyet ayrımcılığıyla harmanlayarak çalışıyor. Bunun yanında, cinsiyet ayrımcılığı da zaten kadın-erkek ikiliğinden ibaret değil; kuir ve transfeminizmin işaret ettiği cinsiyet skalasında ayrımcılığa uğrayanların ortak özelliği “erkek” olmamaları. Natrans ve heteroseksüel erkek olmayan her insan, cinsiyet kimliği ve cinsel yöneliminden ötürü ayrımcılığa, cinsel saldırılara, şiddete ve cinayete maruz kalıyor. Zaten “Lgbti+ aktivisti” feminizm kadar, hatta daha da fazla korkulan, uzak durulası ve mümkün mertebe inkâr edilesi bir sıfat. Tıpkı kadın hakları mücadelesine büyük destek verip, feminist olmadığı vurgusunu ihmal etmeyenler gibi, lgbti+lere desteğinden bahsederken “Ben heteroseksüelim, ama..” diye söze başlama mecburiyeti duyanlar da kendilerini bu kirli sıfatlardan arındırmaya gayret ediyor. Mazallah, ya lgbti+ zannedersek onları, ya kadın haklarından bahseden bu insan “feministmiş” diyenler olursa?
Elbette kimseye ne olup ne olmadığı konusunda ahkâm kesemez, olmadıklarını söyledikleri sıfatları zorla yükleyemeyiz. Ama şunu yapabiliriz belki, onlara kendilerini feministlerden ayıranın ne olduğunu sorabilir ve zannettikleri ayrımların aslında mevcut olmadığını anlatabiliriz. Onlara feministlerin de yekpâre olmadığını, dünyadaki feministlerin sayısı kadar farklı feminizm olduğunu söyleyebiliriz. Onları feminizme kirli ve negatif bir sözcükmüş gibi değil, cinsiyet eşitsizliğine karşı çıkan herkesi niteleyen bir sıfat olarak yaklaşmaya çağırabiliriz. Kadınları örgütleyen, kadın hakları için uğraşan, kadın panellerine katılan, kadın olmanın bedellerinden haberdar olan ve bunu değiştirmek için uğraşan kişiler de feminist değilse, şu dünyada zaten kimsenin feminist olamayacağını anlatabiliriz. Belli mi olur, belki işe yarar, belki feminizmin cinsiyetler eşitliği olduğu gibi çılgınca bir fikir kabulleniliverir sonunda. (BT/ÇT)