Son zamanlarda aklıma takılan bir film var: Reha Erdem’in son filmi ‘Koca Dünya’.
Türkiye’ye has arabeskliği masalsı düzlemde sunuşuyla oldukça etkileyiciydi. Yalnızlığı pek yalın bir yerden, doğanın içinden verişiyle de…
Film yetiştirme yurdunda büyüyen iki gencin, birbirini kardeş bilip sahiplenmiş iki ergenin koşullar dolayısıyla doğaya sığınmalarını, yaşadıkları şehirden kaçıp ormanlık bir alanda, kendilerine inşa ettikleri derme çatma bir kulübe/çadırdaki yaşam mücadelelerini anlatıyor. İnsanın doğa ile bütünken bile yabancılığını, acizliğini, estetik ve yüce bir alan içindeki kimsesizliğini izliyoruz. Filmdeki iki genç ‘hayatta kalma’ gibi en basit ihtiyaçla mücadele ediyorlar. Tüm zor koşullara ve fiziksel rahatsızlıklara rağmen… Ve bunlar olup biterken doğa şaşaalı, umursamaz, estetik, etkisiz bir yan karaktere bürünüyor.
Filmin fragmanında da yer alan ‘Eğer çukura babamsın sen diyorsan; eğer kurda anamsın, kardeşimsin diyorsan; öyleyse benim ümidim nerede?’ cümlesi bir özet niteliğinde; hem çok fazla metaforu hem de yakarışı saklıyor içinde. Ailesiz olmaktan dolayı yalnızlar; çukura baba, kurda anne, kardeş demek yani tabiatı evleri bilmek bu yalnızlığı geçirmiyor. Gerçekte olsa da olmayan babanın içine düşülen, dibi görünmeyen bir çukur ve dünyaya getirdiği halde yalnız bırakan annenin vahşice parçalayacak kadar tekinsiz kurt olması sorduruyor: ’benim ümidim nerede?’ Ve yeryüzünde bir çukura baba, kurda anne demek zorunda kalmaktaki yalnızlık, kimsesizlik sorduruyor: ‘benim ümidim nerede?’ Kimsesizlik içine ‘düşmüş’ olan insan ümit etmenin ne demek olduğunu bilebilir mi? Doğa ‘düşen’e sahip çıkabilir mi?
Buradan hareketle yalnızlık bir nebze de, doğanın aslında o kadar da kucaklayıcı olmamasıyla ilişkilendirilebilir sanıyorum. Camus, Sisifos Söyleni kitabında ‘absürt’ kavramı üzerinden çok güzel anlatmış bu konuyu. Dünyada bulunuşumuzun saçma oluşunu, dünyaya ve kendimize yabancı oluşumuzu, hiçbir içgüdünün bize ne yapmamız gerektiğini açıkça söylemediğini, doğa içindeki varoluşumuzda bir uyumsuzluk olduğunu tane tane açıklamış. İnsan ve doğa birbirinden başkadır ve insanın çektiği acıların evren için bir manası yoktur demiş bir bakıma. Buna rağmen yaşamaya devam etmek gerektiğini de söylemiş, bu absürtlüğe rağmen mücadele etmeye… Hiç kolay değil elbette, şiirsel bir evren görüntüsü içerisinde; sana sahip çıkan bir gökyüzü olmadığı halde, inatla kalmak. Tıpkı filmdeki gibi, ‘köksüz’ bir biçimde tabiata tutunmaya çalışmak…
Köklerimiz doğada değilse nerede peki? Köklerimiz kendi soyumuzda, atalarımızda ve insanlıkta mı?
Filmde kimsesiz olan iki gencin kökleri yok, varsa da tanımıyor, bilmiyorlar. Anne babaya, sülaleye, soya sahip olmak da ‘köklülük’ manasına gelmiyor hem. Çünkü herkesin bir biçimde ötekileştirilip cezalandırıldığı bir yerde, korkunçluklar çağında yaşıyoruz. Bunu bazen anne babamız, bazen eşimiz dostumuz ya da daha büyük olan toplum, devlet yapıyor bize. Sadece yalnızlaşmıyor hiçleşiyoruz. Toplumlar, kültürler ve devletler; yani insanlığın yarattıkları tarafından yutuluyoruz. İnsan kendine bir ceza, kendi kuyusunu kazan bir düşman oluyor. Tabiata da hunharca saldırıyor, zeytin ağaçlarının canına kast ediyor mesela. Ve böylelikle daha da yalnızlaşıyor, sadece evren değil kendi ırkı da kendisine dost olamıyor. Dünyanın ve insanoğlunun işbirliği ile yaratılıyor yalnızlık. Böyle kanatıcı, böyle zor olması bundan… Yaşamı böyle katlanılmaz kılması bundan. Sığınacak ne bir ev, ne bir orman, ne bir insan olmayışından…
Yalnızlık duygusu insanın yakasına yapıştığında onu dönüştürmeden de rahat bırakmıyor tabii. Bir pazar öğleden sonrasında dikiliyor tepesine, ‘Tüm saçmalamalarına kefil olacağım, yeter ki himayeme gir.’ diyor. Olur da istediklerini yapmazsan acı içinde kıvrandırıyor. Olur da istediklerini yaparsan tüm başka duyguların üstünü kaplayan aşırı varlığıyla seni tek yönlü bir yaratığa çeviriyor. Yaratıcılığın, esnekliğin, özgünlüğün, seni sen yapan pek çok özellik yalnızlığa köle; onun izin verdiği ölçüde kendini gösterebiliyor. İsmet Özel pek sevdiğim dizelerinde:
‘Korkunçtur yalnızlığımız
Bir oyun oynanır oyalanırız
Orman değiliz artık, milli parkız’ demiş.
Orman olarak kalmak görüyorum ki imkansız; tabiata sığınmak faydasız. İçimizdeki doğayı, yalnızlığın kuruttuğu yeşilliği canlandırabilmek belki hayatı daha yaşanır kılan bir penceredir diyorum yine de. Belki pencereler arzuları, düşleri, varoluştaki olanakları gören gözlerdir. Belki arzular nehirlere karışır, nehirler ovalara dökülür. İnsan; yalnızlıktan hayatı, kendini, doğayı öldürmeyi bir kenara bırakır. Ve evren; kendi doğasını yalnızlığa rağmen korkmadan yaşayabilen insana da alışır. (BK/HK)