İki haftadır gölgesinde durduğum kilisenin çanları, ansızın coşkuyla çalmaya başlayınca kendime geliyorum; dalıp gitmişim kısacık bir süre içinde. Takılmışım Nazım’ın bir şiirine, “Benim kuvvetim: bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır” dizesine. Bir süredir hep aklımın bir köşesinde.
Bugünse hatırlama gayretindeyim diğer dizelerini de.
“Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var.
Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.”
Nazım, bu dizeleri 1939 yılında tutsak bulunduğu İstanbul Tevkifhanesi’nin avlusunda dizmişti. Koşulları ve bittabi kişileri aynı düzlemde değerlendirmek abesle iştigalse de, 78 senenin üstüne bir genç kadın, tartışılabilir ölçüde bir tevkifhanenin bahçesinde, dünyayı ve memleketini düşünüyor şimdi benzer hislerle…
Ocak başıydı Almanya’ya geldiğimde. Akademi yolunda düşe kalka yürüyen her kişi gibi hep bir yurtdışında bulunma planım vardı benim de, bir süreliğine. Fakat nefes alamaz hale gelince, bilhassa yaşamaya çalıştığımız bu son senede, kendini bir şekilde başka bir diyarda buluverenlerden oldum ben de. Tam bir ayı devirmiştim ki ihraç edildiğim haberi geldi…
İhraç, 1 Eylül tarihli KHK ile Barış İçin Akademisyenler’den ve Eğitim-Sen’den meslektaşlarımız ihraç edildiğinde beklemeye başladığımız bir ölüm fermanı gibiydi. Belli aralıklarla “yeni bir KHK hazırlanmış bu defa listede imzacı akademisyenlerin tamamı varmış” duyumları alıp sabahları gözümüzü açar açmaz sosyal medyada KHK kontrolü yapar; olağandışı zamanlarda çalan telefonlarımızı “Hayırdır bu saatte, KHK mı çıktı yoksa?” diye cevaplar olmuştuk. Her defasında, yeni bir KHK çıktığında, elimiz ayağımız titreyerek, bazen öfkeden gözyaşı dökerek, yoğunluktan çökmüş olan internet sitesinin açılmasını bekleyip hem kendi isimlerimizi hem de dostlarımızın isimlerini, nefeslerimizi tutarak arayıp dururduk. Sayfalarca listeyi satır satır tarayıp imzacı, Eğitim-Sen’li akademisyenlerin isimleriyle tablolar doldururduk. Her KHK vesilesiyle memleketin başka başka şehirlerinde aynı metnin altına imza atmış olduğumuz ya da aynı sendikada yan yana durduğumuz meslektaşlarımızı arayıp sorduğumuz bir dayanışma temposu tutturmuştuk…
Bir baş dönmesi gibi sürüyordu hayat, KHK’ların ardına KHK’lar, listelerin yanına listeler ekleniyordu, zaman derin bir öfkeye dönüyordu orada, ağırlığına duyguların düşüncelerin, taşınamazlığına ve KHK'lar çalınmış emeklere haklara, belirsiz yarınlara, yıkılmış hayatlara…*
Fakat yine de, kendimden bildiğim üzere, bu süreçte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza attığımız günlerdeki gibi, bir türlü uyanamadığımız bir kabusun içine hapsolmuş gibi değildik. Nazım’ın dizeleri gibiydi o kabusa benzer günlerimiz, gecelerimiz:
“başlar önde, gözler alabildiğine açık,
yanan şehirlerin kızıltısı,
çiğnenen ekinler
ve bitmez tükenmez ayak sesleri:
gidiliyor.
Ve insanlar katlediliyor:
ağaçlardan ve danalardan
daha rahat
daha kolay
daha çok.”
İşte o ayak seslerinde, o katliamda, o can taşımaktan utandığımız zamanlarda gibi hiç değildik… Ve yine kendimden bildiğim üzere, her birimiz gencecik hayatlarla ödenmiş onca bedelin yanında işimizi kaybetmiş olmamızdan hiç yakınmadık, ar ettik. Evet elbet ekmeğimiz için, emeklerimize sahip çıkmak için, adalet, özgürlük ve onurlu bir gelecek için, büyük kavgada açık ve endişesiz safımıza girdik. Bu ayak sesleri, bu katliâmda hürriyetimizi, ekmeğimizi kaybettiğimiz oldu belki fakat güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan gelecek günlere güvenimizi hiç kaybetmedik…
Bu sebepten, şimdi her birimiz bulunduğumuz yerlerden bir biçimde, kendimizce safımızda dimdik durmuş vaziyetteyiz. Ben de şu anda bulunduğum Almanya’nın, Tübingen derler küçücük bir şehrinde, gölgesinde durduğum kilisenin çan seslerini, merdivenlerine konan güvercinlerini yoldaş edip kendime, bir pankartla elimde, durmadayım günlerdir.
Hikâyemizi başka bir memlekette ama aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebilecek dostlara anlatma niyetindeyim nicedir… Hâlbuki ben de Nazım’ın dediği gibi yalnız yazılarda ve resimlerde Avrupa yolculuğumu yapmıştım. Oysa şimdi Avrupa’da, Avrupalı bir halkı her gün gelip geçtikleri meydanda sessizce, bazı bazı eğri büğrü yazılmış harflerimle karşılayacak, dayanışmaya çağıracaktım. Neyse ki sessizliğim, harflerim kaybolmadı hiç boşlukta; ilgili gözlerle, güç veren sözlerle günlerdir geri dönüyor bana.
Tübingen halkı, böylesi bir eylemi genç bir kadın olarak yapıyor olmamı takdir ediyor bilhassa. Bir kadın olarak çok cesur bulduklarını vurguluyorlar her defasında. Bense asıl cesaretin bende değil Türkiye’deki kadınlarda olduğunu söylüyorum ısrarla. Nuriye Gülmen’i anlatıyorum mesela. Nuriye’nin yüz günü aşkın bir süredir işini geri almak için nasıl bir direniş ortaya koyduğundan söz ediyorum. Sonra adaşım Betül Celep’ten bahsediyorum. Betül de günlerdir “KHK’ların kadınları kamusal alandan uzaklaştırmak için araç olarak kullanıldığı”nı söylüyor diyorum. Ve daha nice kadın var mücadele eden, nice anne var mücadeleyi yetiştiren diye ekliyorum… Aklıma getirebildiğimce onların hikâyelerini dillendiriyorum.
Yaşadığım ve meydanında durduğum Tübingen, Almanya’nın güneyinde Ortaçağ’dan kalma bir üniversite şehri. Yaptığım eylemin, yani pankartla durma halinin Almancada bir karşılığı var: Mahnwache.
İki haftadır sürdürdüğüm Mahnwache’yle kadın, erkek, genç, yaşlı, memur, işçi, akademisyen, öğrenci toplumun her kesiminden insan oldukça ilgili. Sık sık elinde pankartlar benimle birlikte duran Lütfi abinin hakkını teslim etmeli, fakat yine de mutlaka şehirde çok güçlü bir kadın dayanışması olduğunu söylemeli. Hem Türk hem de Alman kadınları kanatlarının altına aldılar adeta beni.
Basın mensupları meselenin daha çok kişiye ulaşması için haberini yaptılar. Haberi hem bölgesel hem de ulusal mecralarda paylaştılar. Bu paylaşımların ardından, özellikle Almanlar yanıma hikâyeyi bilerek gelmeye başladılar. Bir gün orta yaşlı bir kadın “gazetede haberi gördüm ve bugün sizinle birlikte durmak için geldim” dedi ve Mahnwache boyunca benimle birlikte durdu, gelen insanlarla konuştu, pankartın bir ucundan da o tuttu.
Bir başka gün 85 yaşında bir kadın “sizi radyoda dinledim ve bugün sadece sizinle tanışmak, yanınızda olduğumu söylemek için şehre indim” diyerek bir süre benimle durdu. Derken genç bir kadın haberi televizyonda izlediğini, kalacak yere ihtiyaç duymam halinde onlarla birlikte yaşamamın kendileri için bir onur olacağını söyledi. Bir diğeri, Türkiye’deki akademisyenlerle dayanışma amacıyla topladıkları bir miktar para için hesap numarası istedi. Bunların dışında sayamıyorum bile gün içinde duyduğum dayanışma cümlelerini, ikram edilen kahveleri, hediye edilen çiçekleri…
Bu güçlü dayanışmanın yanında beni şaşırtan ve mutlu eden pek çok şey var. Tübingen’de insanlar Türkiye’de yaşananları gayet iyi, hatta Türkiye’deki birçok kişiden daha doğru biliyorlar. Erdoğan’ı Trump’la birlikte değerlendiriyor, dünyayı günbegün ele geçiren ideolojiden endişe duyduklarını söylüyorlar. Bu ideolojiden en çok da kadınların zarar gördüğünü ve göreceğini sıklıkla ifade ediyorlar. Geçtiğimiz günlerde Binali Yıldırım’ın Almanya’nın bir şehrine gelip propaganda yapmış olmasına çok tepkililer.
“Evet, Almanya demokratik, özgür bir ülke; Yıldırım’a müsaade etmemek temel ilkelerimize aykırı olurdu. Fakat iktidarın Türkiye’de ifade özgürlüğünü ortadan kaldırıp gelip burada bu özgürlüğü kullanabiliyor olmasını kabullenemiyoruz” diye demokrasiyi, hakları ve özgürlükleri yeniden değerlendirme gerekliliğini dert edinmiş vaziyetteler. Ah tabii bir de bütün olanlara rağmen hala Erdoğan’ı destekleyenlere hele bir de Almanya’da demokratik bir ortamda yaşayıp da Türkiye için Erdoğan’a oy veren gurbetçilere akıl sır erdiremez haldeler…
Çoğu zaman küçük bir grup oluveriyoruz meydanda. Sıklıkla başkaları da gelip sohbete katılıyor biri gelip benimle konuşmaya başladığında. Derken bu kişiler birbirleriyle tanışıyor, sonraki günlerde selamlaşıyorlar karşılaştıklarında. Mahnwache vesilesiyle yeni dostluklar kuruluyor etrafımda. Bazen bir grup olduğumuzda ben susuyorum onlar Türkiye’nin durumunu tartışıyorlar Alman Alman’a :) Bizim için ne yapabileceklerine kafa yoruyorlar birlikte dakikalarca… Şehirdeki sendikalar, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve inisiyatifler de meseleye oldukça ilgi gösteriyorlar. Daha şimdiden çoğu, yalnız bana değil Almanya’da bulunan Barış Akademisyenleri’ne konuşma, toplantı davetinde bulundular.
Velhasılı kelam, fırsat bulmuşken bir de şunu söyleyeyim dostlar; bu “durma” işine, Mahnwache’ye -elbette eleştiriye açık bir şekilde- amacı, süreci, yöntemi belirleyerek, akıl yordamıyla başlamadım. Bilakis “vicdan” geleneğinden gelen, 30 yıldır mensubu olduğum “yürek” örgütünün eylem pratiği uyarınca tamamen kalbimin ışığında, “bir şey yapmadan duramama” motivasyonuyla “durma” kararı aldım. Ne kadar sürer, neye döner, nereye gider hiç hesap etmeden; öyle büyük bir iş yaptığım yanılgısına da zinhar düşmeden; kendimce, dayanışma amacıyla sadece, başladığım bu eylem umut yüklü bir şiire dönüşüverdi benim için şimdilerde. Umudum daha en başta Nazım’ın da dediği gibi her mili bahride, her kilometrede aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebileceğimiz dostlarımda, dünya halklarındadır… Benim kuvvetim: bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır… (BHY/BK)
* Bu kısım Birhan Keskin’in Nar adlı şiirinden esinlenilerek yazılmıştır.
Yarın: Ece Öztan / KHK'ları ile Gittik, Kahkahalarımızla Döneceğiz!
İHRAÇ EDİLEN AKADEMİSYENLER YAZIYOR/ KADINLARIN (K)a(H)(K)ahası
Beyza Kural'dan Başlarken - OHAL'de Kadınların (K)a(H)(K)ahası
1- Fatma Güler Eryıldız: Araştırmacı Kimliğimden İhraç Olmadım
2- Betül Havva Yılmaz: Yalnız Olmamaklık
3- Ece Öztan: KHK'ları ile Gittik, Kahkahalarımızla Döneceğiz!
4- İlkay Kara: İletişim Dediğin; Döviz, Afiş, Bildiri...
5- Melek Zorlu: "Vardık, Varız, Var Olacağız"