3 H Hareketi'nin "6-7 Eylül 1955 Olayları" ile ilgili İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde 6 Eylülde gerçekleştirdiği toplantı bittiğinde aklımda kalan ve çıkarttığım iki sonuçtan birisi başlıktaki cümleydi.
Bu gerçeği itiraf edemediğimizi bu paneli izlerken bir kez daha gördüm. Kimse olanları unutmamıştı, kimse "af" dilemiyordu, kimse bu olaydaki kendi payını sorgulamıyordu.
Toplantının ilk konuşmaları sona erdiğinde verilen arada bir arkadaşımla konuştuk.
"Kapısı çalınmayanlar, eline odunu baltayı alıp Ermenilere, Rumlara saldırmayanlar, yani Bekir Berat Özipek'in panelin açılışında ifade ettiği gibi söylersek 'kerameti kendinden menkul derin güçler'in dışındakiler acaba ne yaptı, nasıl davrandı?"
O iki gün başta Beyoğlu olmak üzere İstanbul'da ve sonrasında "İzmir'de" bu eylemlere katılanlar ve bir şekilde saldırıya uğrayanlar dışındakiler ne yaptı?
Bunu soran, sorgulayan, yaşayan, yapan ya da yapıldığına tanık olanlardan konuşan kimse var mı?
Yazılanlar, çizilenlere göre konuşan çok az sayıda kişi var ve onlar da yalnızca "kurtardıklarını" dile getiriyorlardı.
Dolayısıyla aslında "1000 yıllık beraberlikten o güne kadar kalanlar" yalnız o zaman tahrip edilmedi, ondan sonra da sürdürüldü, bana göre.
Aklıma çeşitli fotoğraflar geliyor: Örneğin 2005'de tahrip edilen Karşı Sanat Çalışmaları'nda sergilenen o "meşum" fotoğraflarda olanlardan bugüne kalan hiç kimse yok mu?
Onlardan bir tanesi çıkıp da "ben oradaydım, bunu yaptık, çünkü...", "bunu yaptım çünkü bana şunlar şunlar söylendi", "bana şunları verdiler", "şunları vaat etmişlerdi", "yapmazsam bana şunları yapacaklardı" demedi, demiyor.
İyi yanından bakıp bu "saklama", "gizlenme ve gizleme" tutumunun "utanç"tan ya da en azından "pişmanlık"tan olduğunu ileri sürenler olabilir tabi. Böyle olanlar da!..
Bilge kişi...
Mihail Vasiliadis orada yaptığı konuşmasında "bilge kişi unutmaz, affeder" dedi.
Evet unutmamak sırasında bir bilgeliktir. Affetmek de önce bir erdem, sonra o da bilge kişilerin daha çok yeğlediği bir davranıştır.
Ama affedilmeyi bekleyenlerin yalnız unutmaması yetmez, aynı zamanda yaşadığı deneyimin onu bir daha böyle yapmayacak ya da o zaman davrandığı şekilde davranmayacak hale getirmesi gerekir.
"Af" ancak çıkarılan bir ders ve bir tutum değişikliği söz konusu ise geçerlidir.
Vasiliadis'in o toplantıda sıraladığı gerçeklerden bir başka örnek şöyleydi: "1953 öncesinde CHP tarafından kaleme alına bir raporda 'İstanbul'un Fethinin 500. Yılında bu kentte hiç Rum bırakmamak' hedefleniyordu."
Ve o bugün gelinen noktaya dair de bir şeyler söyledi:
"O olaylardan sonra 13 bin kişi sınır dışı edildi (1964) Onlar tek başlarına gitmediler. Onun için o sırada burada yaşayan 60 bin Rum'un sayısı yarıya düştü! Bugün Rumların sayısı ikibinin altında toplam 600 aile var!"
Bu sözler gerçeği ortaya koyan çok net ifadeler.
Görüldüğü gibi sadece o gün, yani dün yaşanmamıştır sıkça ifade edildiği şekliyle söylersek bu "pogrom". Tıpkı 1915'in yalnız o günlerde, o dönemde yaşanmadığı gibi.
Tersine farklı biçimlerde, bugün de en azından hakları iade edilmeyerek, sessiz kalınarak aynı şekilde gerçekleşmiştir ve sürmektedir. Mihail Vasiliadis'in konuşmasında sıraladığı gerçeklerin hiç birisinden geri dönüldüğüne, bunların yanlış olduğuna dair ne resmi ne de toplumca benimsenmiş ve paylaşılmış bir söylem söz konusu değildir.
Bırakın sıradan halkı, "nesnel" olması gereken bilim insanları bile, gerçekleri nasıl yaşandıysa, nasıl olduysa ortaya koymamaktadır. Son günlerde hükümet tarafından çıkarılan vakıf mallarının iadesi ya da tazmini konusundaki düzenlemede olduğu gibi, tümüyle eskiye dönüşü sağlayacak düzenlemeler bugüne kadar asla yapılamamıştır, bunun olacağına dair de bir emare yoktur.
Ne kendimizi, ne birbirimizi, ne de o günden bugüne mağduriyetleri süren insanları kandırmaya çalışalım, 6-7 Eylül olay olarak da düşünce olarak da varlığını sürdürmektedir ne yazık ki!
İtiraf etmek kolay değil!
"Bu tür olaylarda yaptıklarını itiraf etmek kolay değildir" diyenler olabilir. Doğru olabilir. Neden ne olursa olsun sonuç değişmiyor oysa. O sonuç da şu: "Bu 'pogrom'a bu topraklarda yaşayan insanların doğrudan eylemleriyle katılmasalar bile 'sessiz bir kabul ve onay' içindedirler."
Olmamaları da doğrusu mümkün değil. Çünkü oldukça büyük bir çoğunluk, o yapılanların sonuçlarından "bir şekilde" yarar sağlamış durumda. Doğrudan bir şey alanları bir yana koyuyorum. O sessiz kalarak katılanlardan söz ediyorum ve kendimizi sorgulamayı öneriyorum:
"Türklerin tüm diğerlerinden üstün olduğu" ya da "bu ülkenin Türklerin yurdu olduğu" şeklindeki bakışı olanlara bakalım: Onlar için bu olay ideolojilerinin doğrulanması anlamına gelmektedir: En çok satan gazetelerden birisinin başlığı bunu gösterir: "Türkiye Türklerindir!"
İnançlı mü'minler de benzer biçimde "inançlarının pekişmesi" bakımından önemli bir sonuç elde etmişlerdir. Küffarın, gavur ya yok edilmiş, ya da pılısını pırtısını toplayıp gitmiştir. Bu dinen yanlış bir şey değildir ve o yüzden bugün "Yüzde Doksandokuzu Müslüman" olan bir ülke durumundayız ve bununla övünüyoruz.
Kendilerini bu iki grup içinde görmeyenler; özellikle o dönemde mevcut idarenin tutum ve davranışlarına muhalefet edenler, aslında o pogromu tezgâhlayanların bilinçli olmasa bile destekçisi durumunda olanlar, yani "bir gün gelip bunlar bizleri buradan sürecekler" veya "şimdiye kadar sahip olduklarımızı elimizden alacaklar" diyenler de en azından bu korku ve kaygılarını giderdikleri, en azından bunu öteledikleri için son kertede bu eylemden yarar sağlamışlardır.
Onlar 6-7 Eylül'ü yine Vasiliadis'in sözleriyle söylerse, "bir mahkemede olan her şeyin olduğu ama adaletin olmadığı" bir düzenekle sözde yargılayıp, tarihin yaprakları içinden bile çıkarmışlar, böylece "temizlenmişler"dir.
Her ne kadar o eylemin hemen sonrasında kabahat üstlerine atıldığı için bir kesim "solcu" da bu süreçten mağdur olan ikinci kesimi oluştursa da, onlar da, bu hareketin hedefinde yer alanların "zengin kapitalistler" olması nedeniyle içlerinden "oh olsun" demişlerdir. Çünkü para ancak "sömürenler"de bulunur, onlar da Rum ya da Ermeni olmalarının ötesinde birer "zengin" ya da "burjuva"ydılar. Bu son kertede bu kesimin sonrasında bu olayı gündemlerine almamaları, sorgulamamaklarıyla ortaya çıkmaktadır. Ne de olsa sahip oldukları ideoloji bunu gerektirmektedir.
Dikkât edilirse doğrudan yarar sağlayanları ve bu olaylardan çıkar elde edenlerden hiç söz etmiyorum. Ama hepsini üst üste koyduğumuzda hareketi eyleyenlerin, arkalarında güçlü bir "halk/taban" desteği olduğunu söylemek o kadar da zor değildir.
Zaten bu tür eylemlerin hiç birisi böyle bir "toplumsal destek" olmasa, o kadar uzun süre sorgulanmadan, hesaplaşmadan unutulamaz.
Sonucun ekonomik boyutu
İkinci önemli nokta panelin sonuç bölümünde bir öğrencinin de dile getirdiği ve konuşmacılardan Ayşe Hür'ün de onayladığı, işin ekonomik boyutudur.
Yalnızca o gün orada gerçekleşen yıkım ve talan değil, onun ötesinde bu olay nedeniyle ülkeden kaçırılanların bıraktıklarıyla oluşan ya da el değiştiren sermayenin sonraki sahiplerinin kimler olduğu, nasıl el değiştirdiği, bunlarla neler yapıldığı, "ulusal burjuvazi"nin oluşmasındaki rol ve katkısının ne olduğu sorularının yanıtları da bugün hâlâ verilmemiştir. Panelistlerden Hüseyin Kalaycı'nın dediği gibi bu konuda "herkes bulunduğu yerin başkasına ait olduğu gerçeği karşısında 'üç maymun'u oynuyor."
"Görmedim, duymadım, söylemedim" tutumundan vazgeçilmediği, bu sorular yanıtlanmadığı sürece de 6-7 Eylül'le yüzleşilmediği ve yüzleşilmeyeceği kabul edilmeli ve bu yüzleşmenin gerçekleşmesi için çaba sarf edilmelidir.
Başka bir deyişle o günler için söylenen "utanç günleri" nitelemesi de bence şu anda da yaşanıyor ve bu sorular yanıtlanmadıkça yaşanacak. (MS/IC)
Fotoğraflar Emekli hakim Amiral Fahri Çoker'in Tarih Vakfı'na bıraktığı belgelerde yer almakta ve 2005'de Karşı Sanat Çalışmaları'nda sergilenmiştir.