hafta içinde oyun yazarı, öğretmen, aydın haldun taner'le ilgili bir anma toplantısına katıldım. toplantı galatasaray lisesi'ndeydi. yıllar önce bahçesinde yapılan bir şenliğe katılmanın dışında duvarlarını öte tarafına geçmediğim mekanlardan birisiydi eski adıyla "mekteb-i sultani".
ilk kez içine girdim. bu eski binanın, eski koridorlarından geçtim, eski salonlarını, haldun taner'in adının verildiği ve içinde onun tüm kitaplarının bulunduğu kütüphanesini gördüm.
içeri adımımı attığımda bir "mabet"te olduğum duygusunu yaşadım. sonra dudaklarımdan "okullar yeryüzündeki tanrıların mabetleridir" cümlesi döküldü, kendiliğinden.
benzer duyguları başka okullarda da yaşamıştım. lisenin son sınıfını okuduğum kabataş erkek lisesi, galatasaray lisesi'nin ortaköy'deki eski ilköğretim bölümü, şimdi marmara üniversitesi olan haydarpaşa lisesi ilk elden sayabileceğim yerler. ama düşününce en çok da oxford'taki kolejleri gezerken bu duyguya kapıldığımı anımsıyorum.
okulların kökeni
formel/resmi okullar "dinin öğretildiği ve ruhban kişilerin yetiştirildiği yerler"den türemişlerdir. o yüzden bu duyguyu sanırım pek çok insan hisseder. egemenlik dinsel kurumların elinden çıkıp sıradan insanlara geçtiğinde, okulların sistemi besleyen yanı hemen fark edildiğinden yeni egemenler okulları kendi devamlarını sağlayacak şekilde, hatta bazı yerlerde dini kurumlarla işbirliği içinde yönetmişlerdir.
her iktidar kendi gereksinimine uygun okullar yaratır. okul toplumların bilgi gereksinmesini karşılayan yerler gibi düşünülse de aslında öğretilen ve üretilen bilgi itibariyle toplumların devamlılığı için gerekli emek süreçlerini ve yönetim organlarını oluşturacak insanların yetiştirildiği yerler olmuştur.
cumhuriyet türkiyesi "yönetimdeki din etkisini" azaltınca varlığını sürdürmesi için gereksindiği insan kapasitesini yaratmak için "köy enstitüleri"nin yararlı olacağını düşündü. 40'lı yıllara doğru bunlar birer "deney ortamı" niteliğinde varoldu.
hemen her okur-yazar ya da okumaya yazmaya meraklı insan gibi "köy enstitüleri" örneğini ben de inceledim. 17 enstitüden yaklaşık "on"unu yerinde gördüm. özellikle hasanoğlan köy enstitüsünü de henüz bir çok özelliğini barındırdığı dönemde enine boyuna dolaştım. üstelik bu uygulamaya muhalefet eden ahmet emin yalman'ın yazdığı "yarının türkiye'sine seyahat" adlı kitabı da okumuş ve itiraf edeyim o dönemde bu eğitim yöntemini insana en yakışan neredeyse ideal bir model olarak kafama yerleştirmiştim.
alternatif eğitim yöntemleri
sonra bazı rastlantılarla eğitim ve öğrenimin başka uygulama biçimleri, yöntemleri olduğunu öğrendim. halen faaliyetini sürdüren, alternatif eğitim modelleri ve örnekleri üzerine yoğunlaşmış bir derneğin kurucuları arasında yer aldım.
doğuda da batıda da sayıları çok fazla olan, ülkeden ülkeye değişen, farklı örnekleri biraz daha yakından öğrenip, bunların bazılarını doğrudan onları yaratan ya da işletenlerin kendi anlatılarıyla kavrayınca, aslında "okul" denen yapıların gerçek anlamını daha net gördüm.
sonra kendi özel alanım olan "sağlık ve sağlık hizmeti"nin nasıl olması gerektiği konusuna kafa yorduğumda keşfettiğim "hak temelli" bakış açısıyla konuya yaklaştığımda ise mevcut örneklerin neredeyse tümünün böyle yaklaşıldığında istenen ve olması gerekene aslında yanıt veremeyeceği, "herkes için geçerli, her yerde uygulanabilecek" tek bir modelin olamayacağını fark ettim.
o andan sonradır ki, eğitime dair "kategorik" ve "toptancı" bütün yaklaşımların öncelikle insanları "tektipleştirerek" sonra da kendisi için değil de adı ne olursa olsun başkaları için "öğrenme"nin temel olduğu, bu nedenle de içinde eksikler barındıran, dolayısıyla yanlış sonuçlar doğuracağı düşüncesine ulaştım.
daha açık bir şekilde söyleyeyim: "okul" kavramını reddettim. doktorların sıkça kullandığı
"hastalık yoktur, hasta vardır" söz gibi bence de "eğitim yoktur, öğrenen vardır". bu saptamanın sonucunda bulunacak çözümün daha doğru, daha insani ve öğrenme edim ve eylemine daha uygun olacağı sonucuna vardım. aslında şimdi "böyledir" derken bunun da doğru olmayabileceği, kuşkuyu temel alan yaklaşımın gereği düşünüyorum.
işte bu nedenle eğitim yalnızca mevcut olan üzerinden değil, dünyadaki her öğrenme etkinliği irdelenerek yeniden keşfedilmelidir.
alternatif eğitim derneği(aed)'nden sevgili arkadaşım, bülent akdağ'ı yitirmeden önce, her bir araya geldiğimizde bunları farklı yanlarıyla konuşup tartışıyor, kimilerini yazıya döküyorduk. şimdi onun yokluğunda herkesle birlikte tartışmanın, özellikle de getirilmeye çalışılan "4+4+4" uygulamasının irdelenmesi bakımından bunların yeniden tartışılmasının önemli olduğunu düşünüyorum.
bir başarı hikayesi
geçtiğimiz hafta içinde farklı kanallardan ulaşan bir "alternatif eğitim örneği"nden haberdar oldum. işte tam da "4+4+4" tartışmalarının yapıldığı sırada bu örnekten söz etmeyi ve onunla ilgili olarak dernekteki arkadaşlarımla yaptığım "yazılı tartışma"da söylediklerimi paylaşmayı istiyorum.
önce haberdar olduğum bu "alternatif eğitim örneği"nden(1) söz edeyim. sanjit bunker roy adında bir varlıklı ve eğitimli bir hintli'nin ülkesinin "rajasthan" bölgesinde gerçekleştirdiği "bir başarı hikayesi" olarak da okunabilecek uzun soluklu bir çalışma.
roy "yalınayaklar koleji" (2,3) adı verilen bugün de hâlâ faal olan "sıra dışı bir okul" kurmuş 1972'de. başarılı olunca hindistan'ın başka yerlerinde de benzerleri açılmış. çoğu okuma yazma bilmeyen köylü kadın ve erkekleri kendi köylerinin güneş enerjisi mühendisleri, sanatkarları, diş hekimleri ve doktorları olmak üzere yetiştiriyor. kimseye diploma vermiyor, eğiticilerin ve destekçilerinin de bir diplomalarının olmaması temel koşullardan birisi.
okullarda yalnızca öğrenilmiyor, yaşanıyor.
eğer bir yirmi dakikanız varsa yukarıdaki bağlantıyı açıp izlemenizi öneririm. videoyu onur arpat ve sancak gülgen türkçe'ye çevirip görüntüye eklemişler, sağolsunlar. böylece örneği türkçe bilenler de öğrenebiliyor. videoda okulun kurucusu sanjit bunker roy okulun nasıl işlediğini anlatıyor.
herkes için alınacak dersler
unesco'nun internet sayfasında "dünyada örnekleri ve programlar" (4) başlığıyla barefoot college şöyle anlatılıyor:
"yüzyıllar boyunca, dünyanın dört bir yanındaki köylerde, insanlar yaşamayı sürdürdü. onlar neye gereksinim duydukları her şeyi yalnızca üzerindeki dünyadan sağladılar. modernleşme genellikle daha az sürdürülebilir bir yolda gelişmiştir. yaşamın geleneksel unsurları nadiren modern ve uygun teknoloji ile akıllıca bir araya gelebilmiştir. insanlar hemen her yerde artık, toplumsal duyarlık ve özgüveni daha yüksek bir anlamda yeniden inşa ederek çalışma ve üretmenin yeni yollarını keşfediyor. 'yalınayaklar koleji' hindistan yarı-kurak bir eyaleti olan rajasthan'da 1972 yılında kurulmuştur. orası sürdürülebilir niteliğe sahip bir 'toplumsal kalkınma' örneğidir. bu okulda yalınayak öğretmenler, doktorlar, güneş mühendisleri, el pompası teknisyenleri, tasarımcılar, kimyagerler, iletişimciler ve muhasebeciler yetişmiştir. orada, çocuklar ve yetişkinler birbirlerine yardım edip öğrenerek sürdürülebilir bir toplum yarattılar. yalınayaklarıyla var ettikleri bu örnek çevre köylere ve on üç hindistan eyaletinde de kök saldı. gerçekleştirilenler, eğitimi ve gelişim konusunda yerel, eyalet ve ulusal politikaları etkileyen boyuttadır.yalınayaklar koleji özsaygı ve özgüven oluşturmak üzere gereksinilen her yerde uygulanabilir bir örnektir. sürdürülebilir su yönetimi, enerji kullanımı, ormansızlaşma, artan yoksulluk, işsizlik ve azalan sağlık hizmetleri yalnızca hindistan'a veya 'güney'e özel kaygılar değildir. yalınayaklar koleji'nde herkes için alınacak dersler vardır."
tartışmamız gerekenler
işte bu örnekten yola çıkarak, aed'den arkadaşlarımın konuyla ilgili dikkât çektiği noktalar şunlardı:
- "yalınayaklar koleji" hikayesi, eğitim sistemimizde yine önemli tepeden inme değişikliklerin gündemde olduğu su günlerde aslında eğitimcilerin neleri tartışması gerçeğini çok keskin bir şekilde gündeme getiriyor,
- 'alternatif eğitim', 'yetişkin eğitimi' ve bir yönüyle 'kadın sorunu'nu tartışmaya açıyor,
- bazı benzerlikler nedeniyle 'köy enstitüleri' deneyiminin olumlu ve olumsuz yönlerini tartışmaya çağırıyor,
- eğitim insanda neyi değiştirmeli ya da neye hizmet etmelidir sorusunu tartıştırıyor,
- her bölgenin özelliklerine, ihtiyaçlarına cevap verebilecek, yerelin evrenselleştirilmesi, evrensel bilginin yerele uyarlanması bakımından bu örneğin sunduğu ipuçlarını gösteriyor
- eğitimin her unsurunun öğrenim sürecinde söz sahibi olması gerektiğini gösteriyor,
- eğitimin amacının ne olması gerektiğini, insanın doğayla mücadelesi olarak tanımlanan mevcut eğitimin doğru olup olmadığını tartıştırıyor,
- devlet eliyle geliştirilen projelerin altında yatan ideolojik nedenlerle savaşırken-buna köy enstitüleri de dahil- eğitimin esas tartışmamız gereken yönlerini ortaya koyuyor.
bu konular kapsamında benim düşüncelerim satır başlarıyla şöyle:
"öğrenmelik" ya da "öğrenek"
"yalınayaklar koleji"nde öğretmen olmak için ya hiç 'eğitim almamak' ya da 'eğitimini yarıda bırakmak' bir ön koşul. bir başka özellik eğitimin "zamanı yok. çocuklar 'gündüz hayvan gütmeye gittikleri" için gece öğreniyorlar. okulu ondan yararlananlar yönetiyor. seçimler yapılıyor ve belirlenen "başbakan" tam yetkili. bir de bu okulda öğrenenler de öğretenler de ne öğreneceklerine ya da öğreteceklerine yine kendileri karar veriyor.
işte tüm bunlar nedeniyle bu okulun gerçek bir "öğrenme yeri" olduğunu düşündüm.
"okul" yerine "öğrenme yeri" sözcüğünü kasıtlı olarak seçiyorum. çünkü bence "okul" sözcüğü, "öğreten ve öğrenen"i tanımlayıp, aralarında bir ayrım yaratarak, bir erk/egemenlik tesis ediyor, ilişkileri böyle tanımlıyor. o nedenle de içinde "negatif bir anlam" taşıyor.
başka bir sözcük bulmak gerekiyor bence. belki de roy bundan dolayı 'okul' yerine 'kolej' adını vermiş.
"kolej" sözcüğü ise nişanyan etimolojik sözlüğünde şöyle tanımlıyor:
"~ fr collège 1. bir üniversiteyi oluşturan loncaların her biri [esk.], 2. yüksek okul << lat collegium tüzel kişilik, lonca, ortaklık < lat collēgāre ortak yükümlülük yüklenmek".
buradaki 'ortaklık' nitelemesi çok ticari gelse de 'yükümlülük'le birleşince anlam farklılaşıyor. yine de olması gerekeni anlatmıyor. bence orası gerçekten bir "öğrenme yeri". bu yüzden de böyle yerlere "okul" değil, "öğrenmelik" ya da 'barınak'a benzeterek 'öğrenek' demeliyiz. bence aslında daha da öte buralar birer yaşama alanı, mekanı ve dünya.
"yalınayaklar koleji" ve "köy enstitüleri"
bu iki yapının ne oranda benzediğini de ortaya koymalıyız. baştan söyleyeyim ki bence benzemiyor.
çünkü en temel noktadan bakarsak, "yalınayaklar koleji" daha en başta ortaya koyulduğu gibi, öncelikle içinde bulundukları ülkenin "eğitim sistem"inin dışında bir örnek. başka bir deyişle sistemin gereksinimi olan "insan"ları ('hizmetçi' ya da 'asker') yetiştirmeyi hedeflemiyor.
insanların sahip oldukları bilgileri gereksinimler doğrultusunda birbirleriyle paylaşmalarından başka bir çıktıları ya da hedefleri de yok. öğrenen öğretiyor, öğreten de öğrenirken öğreniyor.
öncelik "yaşamı sürdürmek ve belki biraz da kolaylaştırmak". bazen öğrenilenler yaşamı bile kolaylaştırmıyor, tersine o anda zorlaştırıyor. ama sonrasında bir uyum için bu zorluğun gerekli olduğunu fark ediyorsunuz..
bana göre bir başka önemli fark da sanıldığının tersine 'iş yaparak öğrenme' olgusunun da ön planda olmaması. ortak gereksinimlerin çözümü için öğrenme sırasında bir tür 'çalışma' da var ama, burada 'eğitim çalışmanın / işin öğretilmesi' temelinde şekillendirilmiş değil.
başa dönersek okul bence insani emeğin sömürüsünün en temel araçlarından birisini, belki de en önemlisini oluşturuyor. "iş(=ekonomik faaliyet) = okul" denklemi, sömürünün sürmesi ve katmerleşmesi, insanın köleleşmesi dolayısıyla kendinde / özünde bir özne olmaktan çıkması için en temel kurgulardan birisi.
mevcut eğitim sisteminde kendisini var etmek ve gerçekleştirmek üzere, kendi gereksinimleri doğrultusunda öğrenenler bile bir şekilde sisteme eklenip onunla bütünleştiklerinde, birer özne olmaktan çıkarlar ve sistemin birer unsuru haline geliyorlar. sanatsal, düşünsel faaliyetlerin öğrenilmesi süreçleri bunlara en somut örnekler.
ancak sistemle bütünleşmeyenler "özne ve birey" olma noktasında bir gelişimi sürdürebilirler. okullar gerçekten de insanları sistemlerin köleleri haline getirir.
oysa insanların gerçekten "birey" olabilmeleri ve kölelikten kurtulması için bilmeye ve öğrenmeye gereksinimleri vardır; bunun fark edileceği, öğrenileceği yerlerin okullar olduğu sanılır ama ne yazık ki öyle değildir.
köy enstitüleri örneğinin içinden gelen insanların kendi özelliklerinden ve birbirleriyle etkileşimlerinden kaynaklanan olumluluklar taşısa da özü itibariyle yaşadıkları toplumun hizmetinde olacak insanların yaratıldığı "sistem okulları"dır bence.
dolayısıyla benim izlediğim "yalınayaklar koleji" ne devlet okullarına ne de köy enstitülerine benziyor. eleştirilecek kimi yanları olsa da gerçekten bir "alternatif eğitim" örneği.
işte bu yüzden okullar "okullar yeryüzü tanrılarının mabetleridir" bu mabetlerde her türden faaliyet o tanrıların sistemlerine ve inaklarını mutlaklaştırmaya yarar.
bunker roy kendi örneğinin "yoksul insanların önemli olduğunu düşündüğü şeyleri öğretmesini" sağladığını ve "çözümler dışımızda değil içimizde", "tüm çözümlerin yaşamda, alanda, sokakta yaşayan insanların elinde" olduğunu ve onların da "dünyanın her yerinde" bulunduğunu söylüyor.
bu örneğin benzerlerinin bir gün kendi coğrafyamızda da olacağını hayal etmek bana çok iyi geliyor. "4+4+4" ise söz ettiğim anlatmaya çalıştığım gerçeği ortaya koyan çok tipik bir örnek. ama tablet bilgisayarların dağıtıldığı bu çocukların, bir gün kendilerine yönelik dayatmalara karşı çıkacaklarının ip uçları da "yalınayaklar koleji"nde var.
roy'un dediği gibi onlar dünyanın her yerinde oldukları gibi, aynı zamanda buradalar da! (ms/IC)
(1) http://www.ted.com/talks/lang/tr/bunker_roy.html
(2) http://www.barefootcollege.org
(3)http://www.ignca.nic.in/cd_05021.htm
(4) "herkes için eğitim unesco küresel eylem programı, 1997" http://www.unesco.org/education/poverty/bar_foot.shtml