"anlam neydi
aşkta mı, barışta mıydı anlam
düşte mi, eşikte mi
insanda mıydı, yoksa insandan gayrıda mı
karıştırdım durakları, ipucunun peşinde
iyisi mi ben yine bir mektup okudum
okudum; zarfına bilge einstein dedi ki:
“başkalarının sevinçlerinden zevk almak ve onların acılarına ortak olmak,
bir insan için en iyi rehberdir.” **
saat gecenin birine geliyordu. beş kadındılar. hepsi de tüm dikkâtlerini şoföre vermiş, hareketlerini izliyor, uyuyup uyumadığını anlamaya çalışıyorlardı. içlerinden birisi az önce laf olsun, konuşsun, açılsın diye sormuş, o da 5-6 saatlik yolları kaldığını söylemişti.
ama söyleyiş biçiminden uykunun onu zaptetmek üzere olduğunu çıkarmışlardı.
en az konuşanı neredeyse duyulmayacak bir sesle “biraz uyusanız sanırım hepimiz için çok iyi olacak” dedi. şoför, ses çıkarmadan yavaşladı, arabayı iyice yolun sağına yanaştırdı, bankete doğru sürdü ve durdu.
“evet biraz uyusam sanırım hepimiz için çok iyi olacak!”
hepsi birden içlerinde tuttukları havayı “ohh” diyerek aynı anda boşalttılar ve ardından derin bir nefes aldılar. “yaşamak” güzel şeydi!.. eş zamanlı arabanın arka iki kapısı açıldı ve bir anda hep birlikte arabadan indiler. şoför arkalarından seslendi:
“iki saat yeter bana, uyanmazsam beni uyandırın!” kısa bir sessizlik anından sonra ekledi:
“çok uzağa gitmeyin olur mu!”
beş kadın az ilerideki tepeye doğru yürüdüler. çok güzel ve aydınlık bir geceydi. lacivert gökyüzü dokunsalar değecek kadar yakındı. yıldızlar bir avuç parlak kum tanesi serpilmiş gibi o laciverdin üzerini süslüyor, çok ileride göğün rengiyle, ova mı yoksa deniz mi olduğu anlaşılamayan siyah bir düzlükle bütünleşiyordu. hiç ses yoktu. biraz daha yürüdüler. en yakındaki ağacın altına oturdular.
* * *
çocuk sordu adama:
“baba bana hep neden ‘prensesim’ diyorsun, benim adım ‘prenses’ değil ki!”
“adın ‘prenses’ değil ama sen ‘benim prensesimsin’ yine de..”
“ben prensessem, sen de ‘kral’ olmalısın, ama sen kral değilsin ki!”
“kim demiş, ben de kralım işte!”
“peki senin krallığın nerede?”
“senin erişebildiğin, gözünün görebildiği her yerin benim krallığım olduğunu bilmiyor musun?”
“hıh! çok küçükmüş!”
“küçük değil senin görebileceğin kadar büyük, üstelik sen büyüdükçe o da büyüyecek”
“peki kralların sarayları olur, senin sarayın nerede?”
“işte yaşadığımız bu ev de bizim sarayımız; yoksa sarayımızı beğenmiyor musun?”
“beğeniyorum ama hiç de masallardaki saraylara benzemiyor ki burası!”
“o zaman iyi göremiyorsun, bence biraz daha görmeye çalışmalısın. dünyada bundan daha güzel bir saray yok bence. herkes bu sarayda olmayı, herkes bu krallığın kralı olmayı, herkes bu krallığın prensesi olmayı istiyor oysa”
“arkadaşlarım öyle demiyor ama!”
“arkadaşların ne diyor?”
“bir şey demiyorlar aslında ama ben öyle düşündüklerini hissediyorum.”
“sor o zaman onlara...”
“ya onlar da benim düşündüğümü söylerlerse diye korkuyorum. sen her şeyi o kadar güzel anlatıyorsun ki, bazen görür gibi oluyorum anlattıklarını. sonra sen susuyorsun ve o gördüklerim de birden kayboluyor.”
“büyüdükçe onları kaybetmemeyi öğreneceksin. unutma sen bir prensessin. krallar, kraliçeler, prensesler her şeyi herkesten önce ve daha iyi görürler. hatta gördüklerini gösterirler, herkes de onların gösterdiğine inanır ve onları görür. kral olmak, kraliçe olmak, prenses olmak da budur zaten.”
“yine de keşke bizim krallığımız da masallarda anlatıldığı gibi olsaydı...”
“zaten masallarda anlatıldığı gibi prensesim”
“ama ben neden hâlâ göremiyorum?”
“göreceksin, çok yakında hepsini göreceksin?”
“peki o ‘yakında’ ne zaman?”
“yakında!”
* * *
birden uyandı!
konuşmaya başladığından beri sık olarak yaşadıkları, neredeyse sözcüğü sözcüğüne aynı şekilde tekrarlanan, bir ibadet, bir ayin gibi giderek ritüele dönüşen bir oyundu bu.
işte yine uykuya dalar dalmaz aynı rüyayı görmüştü.
doğduğundan beri ona, biricik kızına hep öyle hitap etmiş, sevmiş, seslenmiş, çağırmıştı...
o doğarken çok sevdiği bir başka varlığı, “ece”sini kaybetmiş, aynı anda çok sevdiği bir başka varlığa bir “prenses”e kavuşmuştu.
18 yaşına kadar da hep prensesi olmuştu, o yumuk elli, pembe güzel kızı!
o zamandan sonra onu yitirene kadar hem annesi, hem babası olmuştu o bir tanecik kızının. bir gün “anne”nin başka bir şey olduğunu fark etmiş ve sormuştu akıllı küçük kızı.
ilk o gün anlatmıştı o masalı ona, bir krallıktan, düş gibi bir ülkeden, bir kraldan ve uzaklara giden ve bir gün dönecek olan bir kraliçenin olduğu o güzel masalı anlatmıştı. kızının da o ülkenin küçük “prensesi” olduğundan söz etmişti.
sonrasında her anlatışında hikâyeyi gerçek kılan yeni ayrıntılar eklemişti. bir gün gelmiş, kızı da bu hikâyenin gerçek olduğunu ve kendisinin de prenses olduğunu düşünmeye başlamıştı.
işte ilk kez o zaman, sonrasından yinelenen, şimdi de rüyalarında sıklıkla gördüğü bu diyalogu yaşamışlardı. bu hep böyle sürmüştü.
önceleri bir türlü inanamadığı için gerçeği anlamak için sorduğunu biliyordu kızının. sonra aralarında yalnız kendilerinin oynadığı bir oyuna dönüşmüştü.
gerçeklerle masalları ayırt edecek yaşa geldiğinde ise kızı, bu oyunu oynamanın babasına çok iyi geldiğini fark etmiş, ondan sonra da babası için oynamayı sürdürmüştü.
bir gün bir çocuğu olursa, ona da anlatmayı, dahası inandırmaya karar vererek, gerçekmişçesine oynamıştı bu oyunu kızı da!
sonra masal bitmiş, 18 yaşını doldurmadan önce kaybetmişti prensesini baba!
hem de hiç aklın almayacağı bir olayla, masallarda bile olmayacak şekilde hem de!
sonra onun için yaptırdığı o anıtın önünde, onun yeni krallığında anlatmayı sürdürmüştü aynı masalı kızına. önce her gün sonra daha seyrek aralıklarla.
* * *
gün ışımaya başlamıştı. kadınlar yavaş yavaş aşağı indiler, arabanın yanına geldiler. şoför yerinde yoktu. sağa sola bakındılar. yolun alt tarafından ağaçların arasından çıktı şoför.
yavaş adımlarla yanlarına geldi.
“şimdi çok daha iyiyim, isterseniz gidebiliriz!”
arabaya bindiler. kimse konuşmuyordu. kadınlar şoförün uykusunu aldığını anlamışlar ve rahatlamışlardı. arabanın sarsıntısıyla bir süre sonra her biri teker teker uykuya daldı.
şoför bir yandan yavaş ama emniyetli bir şekilde arabayı sürerken, aynadan teker teker kadınlara baktı. hepsinde de “prensesi”nde olan özelliklerden birini görür gibi oldu. hikâyelerini biliyordu. kadınların yol boyunca birbirlerine anlattıklarından. bilmediği bazı ayrıntıları da onlar birbirine anlatırken tamamlamıştı.
hem prensesine, hem de birbirlerine benzer yönleri vardı hepsinin yaşantılarında.
hepsi de tehlikedeydiler ve bu coğrafyadan gitmek zorunda olduklarını biliyorlardı.
bir yere kadar götürecek şekilde anlaşmışlardı. oraya götürüp bırakacak ve sonra geri dönecekti. buraya kadar olan kısmında bir tehlike söz konusu değildi. tehlikeli olan kısmı, varacakları yerden sonra başlıyordu. ama şimdiye kadar onlarca kez bu işi yapmıştı. bir teki dışında hiçbir sorun çıkmamıştı. bir yolunu bulup onu da halletmişlerdi aslında.
herkes bunu para için yaptığını düşünüyordu. aldığı tüm parayı vermiş ve her şey çözümlenmişti o seferinde de.
o zaman alacağı para aklına geldi. varmadan önce almalı, her zaman olduğu gibi öbür tarafta yardımcı olanın payını vermeliydi. kalanını her zaman olduğu gibi ihtiyacı olanlara dağıtacaktı.
o kızı gibi prensesleri, ülkesiz, topraksız, saraysız kralları, bir kral olmaya namzet prensleri, o kralların varlarını yoklarını adadıkları kraliçeleri masallarda olduğu gibi özgürlüklerine kavuşturmak için yapıyordu bu işi aslında. ama herkesin parayla yaptığını düşünmesi işini kolaylaştırıyordu.
kızı gibi ölmesinler diye düşünüyordu, hapislerde çürümesinler, “kim vurdu”ya gitmesinler, bir katilin kurbanı olmasınlar diye!
bu kez götürdüğü beş kadının her birisi de onlardan birisiydi.
işlemediği suçlardan kesinleşmiş kararların mahkûmu olmaktan kaçanı da, kaderi olan cinayeti yaşamamak için elinden geleni yapanı da; baskıların, zulmün, esaretin, ölümün adına “devlet” denen gücün eliyle geldiği yörelerde yaşamak yerine düşlediği bir ülkenin prensesi olmaya gideni de vardı aralarında.
ama gözlerinin önünde katledilen ailesine yönelen kinin kendisini de bulacağından korkan küçük kızın yaşadıklarıyla; çok sevdiği kız kardeşine “kuma” olarak gitmesine karar verilen, kocası askerde vurulan “tek çocuklu dul kadın”ın çaresizliği, her zaman “bu son olsun” dediği yolculuğun nedeniydi.
oldu bitti, pınarların derelere, ırmaklara, denizlere erişmesinin engellenmesine karşı olmuştu hep, su yatağında akmalı, menzil-i maksuduna ulaşmalıydı her zaman. suyun doğası buydu çünkü! su başka bir şey bilmezdi.
bir ormanın tüm canlıları geyikleri, karacaları, cerenleri, atmacaları, kartalları, doğanları, şahinleri, ayıları, kurtları, tilkileri nasıl birlikte yaşıyorlarsa, tüm insanların da bir arada ve özgürce birlikte yaşamalarını isterdi.
‘bir şeyin büyüklüğü oylumuyla koşut değildir hiçbir zaman’ derdi; bir insanın gerçek değeri, ötekiler için anlamı, önemi, işlevi onun içindeki istek, arzu, çalışmasıyla belli olur diye düşünürdü hep.
o yüzden bunları düşündükçe hep füruğu aklına gelir, kimsenin daha da büyümesi, daha çok bilinmesi ve yapacağı bir çok şeyin “kaderin cilvesi” denilen aptalca rastlantıların bir araya gelmesi nedeniyle kesilmesin isterdi...
yaptığı çok az, çok küçük olsa da herkesin adına “ömür” denen o süreçte pek çok şey yapabilecek potansiyelde olduğunu düşünürdü ve hepsinin yolunun açık olmasının sağlanmasının, herkesin, en çok da kendisinin görevi olduğunu düşünür ve böyle davranırdı.
o kadınlardan her birinin ne varlığının ne yaptıklarının, ne de yapacaklarının kendi prensesinden farkı yoktu ona göre! hepsi de aslında hem birilerinin, hem de onun “prensesi”ydi. ve muhtemelen onların her birisi de kendisi gibi birer “ülkesiz kralları” vardı; ama acaba o krallar da kendisi gibi miydi? öyle olsaydı o ve onun gibiler olur muydu?
onun “prensesi kaderinden kaçamamıştı”; işte o yüzden o gün bugündür kaderinden kaçmak isteyenlerin belki de tek işbirlikçisi, yardımcısıydı. herhalde bu hep de böyle olacaktı.
* * *
beş saat sonra buluşma noktasına geldiğinde durdu, indiler arabadan aşağıya. önlerine geçti ve yürüdü. bir süre yürüdüler. sonra bir ormanlık alana girdiler. diğerleri de arkasından geliyordu. ona güvenmişlerdi. çekinmeden ormanın içinde izliyorlardı onu.
sonunda bir büyük kayanın dibinde durdular. çok geçmedi bir süre sonra önce bir kişi ardından da iki kişi daha çıktı ortaya. hepsi de silahlıydılar. ilk gelenle kucaklaştı şoför, sonra biraz ileriye yürüdüler, yürürken bir şeyler anlattı adama. durdular, omzundaki heybeden gazete kağıdına sarılı bir paketi çıkarttı ve adama verdi. ikisi birlikte geri döndüler.
kadınların yanına gelince “sizi sağ salim buraya kadar getirdim. burası sizleri bekleyen başka bir kaderin, özgürlüğün kapısı” benden bu kadar, buradan sonra arkadaşlara emanetsiniz. o ne derse yapın.”
* * *
beş kadın gerçekten de o gün özgürlüğe yürüdüler. tüm dertlerini ama onunla birlikte “yurt”larını, “toprak”larını ve “sevdiklerini” arkalarında bıraktılar.
adam bunu öğrendiği gün yine “küçük prensesi”nin ülkesine gitti ve onunla yine aynı oyunu oynadı:
“...keşke bizim krallığımız da masallarda anlatıldığı gibi olsaydı...”
“zaten masallarda anlatıldığı gibi prensesim”
“ama ben neden hâlâ göremiyorum?”
“göreceksin, çok yakında hepsini göreceksin?”
“peki o ‘yakında’ ne zaman?”
“yakında!” (ms/yy)
(*)tüm kralsız ülkelerin güzel prenseslerine adanmıştır.
(**)aynur uluç, “bir köprü kandilinde mektup okudum” lacivert edebiyat dergisi 2010 / sayı 34