Hiçbir şey bizim yüzümüzden değilken, her şey nasıl da bizimle ilişkili. Birbirinden farklı, bileşkeleri sonsuz elemanlı, varlığı ve yokluğu belirsiz, yurtsuz, mesafesiz A, B, C, D, E kümelerinin içindeyiz. Altkümelerinde aile, coğrafya, meslek, okul, akraba, sevgili gibi esasların bulunduğu, bizlerde aitlik hissi uyandıran bu medeniyet öbeklerinde, pek çok kavramdan birinin ucundan tutuyoruz. Her an ve her saniye bulunduğumuz yere ya da ruh haline göre kimliğimiz yeniden şekilleniyor. Günlük hayatımızda bazı nesnelerle, insanlarla, fikirlerle karşılaşıyoruz. Onları oldukları gibi, yani varmış gibi kabul ederek davranıyoruz. Yan komşumuzun, kullandığımız arabanın, annemizin, babamızın varlıklarına şüpheyle yaklaşmıyoruz. Bu kalem burada, bu kitap burada, ben buradayım ve biz varız. Hep beraber varız. Etrafımızda gördüklerimiz ne bir dilek ne bir arzu ne de bir sanrı, her şeyin gerçekliğinden eminiz. Emin miyiz?
***
Ünlü düşünür Husserl, Türkçeye “doğal davranış”[1] olarak çevrilebilecek bu anlayışı eleştirir. Ona göre ben bir kahveye uzanıp bir bardağı tutabiliyorsam, bu sırada vücudumda hangi kasların çalıştığını düşünmeliyim. “Paranteze alarak” deneyimlemeliyim hayatı. Yüksek seviye bir öz bilinç, mütemadiyen sorgulayış. Geçtiğimiz günlerde elime geçen bir romanda; toplumlara egemen olan, her şeyi kabullenmeye yönelik, şüpheden uzak bu anlayış akışkanlığını kırabilen bir karakterle tanıştım: Senegalli, aydın, parlak ve güzel bir genç olan, kimileyin sözlü tarihçi, kimileyin mürebbi Boubacar Ba. Süreyyya Evren’in dokuzuncu kitabı Yakınafrika’nın (Doğan Kitap, s. 310) başkahramanı. Roman, öykü, şiir gibi çeşitli alanlarındaki eserleriyle tanınan Evren, bu işlerinin yanında siyaset, güncel sanat üzerine de çalışmış, çeviriler yapmış.
Orada bir yer var uzakta, o yer neresidir?
Yazarın son romanı Yakınafrika, Fransa’da eğitim görmüş ve ülkesine henüz dönmüş Boubacar’ın, süreç içerisinde nasıl “Dakar Canisi”ne dönüştüğünü anlatıyor. Romanın ilk sayfalarında geçen “Bir roman sadece gerçekten olmuş ya da olabilecek olayları anlatan metindir; kendi düzenini kurmadığı sürece” cümlesi, yazarın çok sesli anlatımının, mektup, röportaj gibi farklı metin türlerini kullanmasının ve kronolojiden sapmasının bilinçli bir tercih olduğunu gösteriyor. Romanın kendine ait apayrı bir gerçekliği var. Öyle ki kurgunun içinde kurgu, katmanın içinde katman metni bir meta-roman seviyesine çıkarıyor.
Kahramanımız Boubacar’ın caniye dönüşme hikayesi ağırlıklı olarak Senegal’de geçiyor. Senegal pek çoğumuz için öylesine bir Afrika ülkesi; ülkenin kültürüne, insanına, sosyolojik yapısına dair fikir yürütebilecek insan sayısı az. Orası Afrika ve uzak, orası yakın değil. Senegal’in mekânsal olarak yarattığı kafa karışıklığının yanında kimi zaman Stockholm’e, kimi zaman Latin Amerika’ya da sıçrayan metin, Türkiyeli bir okuyucunun hiç bilmediği yörelerin içine girmesini sağlıyor. Bir çeviri metin okunduğu izlenimi yaratabilen bu yer, zaman ve mekân karmaşası Boubacar’ın da sık sık gerçeklikten kopması, rüya, hayal ya da sanrılarla bir olmasıyla okuyucuya “Mekânlar ve orada yaşananlar hakkında verilen bu detaylar ne kadar gerçek?” sorusunu sordurabiliyor. Yine de bu kadar “uzak” sanılan Senegal’in, içinde yaşayan karakterlerle beraber nasıl da bizlere “aşina”laştırıldığını metinde keyifle okuyoruz.
“Her sözün bir ucu masaldır”. (s. 216)
Okuyucuda, olmuş ya da olabilecek olayları anlatan romanın yarattığı gerçeklik şüphesini bir diğer derinden yaşayan, okuyucudan başka, elbette Boubacar’ın ta kendisi. Fransa’dan sonra İngiltere’ye giden, orada bir şekilde tutunamadığını fark edince ülkesine geri dönen kahraman, Batı kültürüne hakimdir. Bilgisi, görgüsü ve sözlü tarihçi kimliğiyle Senegal’da arzu ettiği gibi bir iş bulamaz. Boubacar bir gün aniden gelen, nasıl geldiği de pek belli olmayan bir iş teklifi alır: Patron’un evinde mürebbilik. Bu teklif, adeta bir macera çağrısıdır. Boubacar bu iş teklifini kabul etmesiyle beraber Senegal’in ihtişamlı sosyete hayatına giriş yapar. Mürebbiliğe başlamasıyla da beraber tıpkı Husserl’ın bahsettiği gibi, an ve an büyük bir muhasebe içinde geçirmeye başlar hayatını. Romanın sonuna kadar parantezleri çoğalır, bölünür ve sonsuz sayılı, dudak uçuklatıcı bir fikir şeridinde yarı bidar yarı hülyalı koşmaya başlar Boubacar.
Boubacar’ın Patron’un kızı Adama ile olan sömüren/sömürülen tanımının meçhul olduğu ilişkisi de adeta post-modern bir masal havasında başlar. Karakterler Dakar’a giden bir uçakta, bir şarap şişesini birbirlerini tanımadan paylaşırlar. Bu ilişki boyunca Boubacar’ın kendisine, Adama’ya ve ilişkilerine yabancılaştığını görürüz. Bu yabancılaşma ve muhasebe boyunca Boubacar, hayata indirgemeci bir tavırla bakıldığında var kabul edilen ne varsa, onu yıkıp kendince yeniden var eder. Boubacar’ın düşünce yapısı egemen anlayışa aykırıdır. O fantazmalara tutunur, hayaller kurar, sanrılar yaşar, dayılarından biriyle beraber gerçekte var olmayan yerlere seyahat eder. Marquez kahramanlarını andıran, romana büyülü gerçekçi bir hava katan dayılarıyla Boubacar, saatini çalan her kimse onu bulup cezalandırmaya çalışır, maceralar yaşar. Romana masalsılık özelliği kazandıran detaylardan bazıları da Boubacar’ın insanları nesneleştirme biçimidir. Tıpkı bir perinin kötü kalpli bir masal kahramanını bir “nesne”ye dönüştürmesi gibi Boubacar, kendisi de dahil kimi karakterleri şapkaya, ruja, pedala, ayakkabıya dönüştürür. Bu, masallarda görülen cezalandırma ya da ödüllendirme mekanizmalarını andırır. Bütün bunların yanında masallar, ekseriyetle aile büyüklerinden dinlenmeleriyle ünlü, sözlü anlatım geleneği kuvvetli edebi türlerdir. Anneannesi, aralarında masallar üzerine geçen bir diyalogda Boubacar’a “Bir masal nedir? Bir masalın ödülü tam olarak nedir? Bir masalın sonu kimler için yakıcı bir meseledir?” (s. 217) diye sorar. Boubacar’ın muhasebeleriyle gerçeklikten kopuşu, masallara, kurguya, kendi anlattığı bir kurguya daha fazla inanmasıyla mı sonuçlanır? Belki de bu diyalog, beyaz bir gazeteciye kendi masalını anlatan sözlü tarihçi Boubacar’ın, kendi hikayesinin nasıl sona erdiğini hala bilememesinden gelen, kurgusal bir merakın alametidir.
***
“Whatsapp, selfie” gibi bugüne has kavramlarla renklendirilen romanda, belki de yazarın bugüne kadar deneyimlediği, hissettiği, düşündüğü ne varsa Boubacar’da çeşili felsefi sorgulamalarla hayat bulmuş gibidir. Senegal’de doğmuş, Batı ve Afrika kültürü arasında kalmış Boubacar, Türkiye’nin Batı ve Doğu arasında kalmış karakterlerinden pek uzak değildir. Büyük bir şeyin, vizyon sahibi bir şeyin heyecanlı bir parçası olmayı uman karakterin sona doğru toplumun, politikanın, derin devletin, sosyetenin, kimliklerinin ve izdihamın detayları ile boğuştuğunu görürüz. Kendisinden çok şey beklenmiş fakat artık olduğu gibi kabul edilmiş olan karakter, nihayetinde Afrikalı kimliğiyle beraber artık karantina altına alınmış, ses tellerine kadar dezenfekte edilmiş, beyaz Fransız bir gazeteci tarafından sözlü tarihçi kimliğine rağmen yazılı kayda, romana geçirilmeye başlamıştır.
Anne, Baba, Çocuk / Adama, Patron ve Mamadou
Boubacar’ın babasıyla olan ilişkisi de metnin her yanı gibi sorulara açıktır. Baba figürü olmadan büyüyen Boubacar annesini asla “tatmin edemediğini” düşünür. Annenin yanında huzursuzdur. Otorite görünümü ardında anne ya da babanın bazı durumlarda şaşkınlığa düşen çocuğu yetersizlikle suçladıkları sık görülen örneklerdendir. Çocuğun benlik kavramı kendisi için önem taşıyan büyüklerin ona gösterdiği tutumların bir yansıması olduğundan, ailenin itici tutumları çocuğun kendini değersiz bulmasına ve büyük bir tatminsizlik içine düşmesine neden olur. Beklenilen davranışları gösterdiği halde yine de kabul edilemeyen çocuk, onaylanan ve onaylanmayan davranışlarının ayrımını yapmada güçlük çeker.[2] Bu durum, Boubacar’da bir kimlik bunalımına, benlik ile gerçeklik arasında uyuşmazlıklara neden olur. Babasının 1996 yılında evi terk ederken Boubacar’a yazdığı mektupta şu cümleler geçer: “Bir gün seninle gurur duyucam. Hepsinden iyisin. Hiç merak etme… Annenlere bakıp da kendini güçsüz zannetme.” (s. 33) Bu cümleler, yalnızca annesinin değil, onu terk edip giden babasının dahi Boubacar’dan bir beklenti içinde olduğunu gösterir. Bu durum karşısında tekrar ve tekrar yetersizlik duygusuyla yüzleşen Boubacar, gerekli sevgiyi göremedikçe anne-babasının ya da toplumun beklentilerine, değerlerine karşıt düşen davranışlara başvurarak onları protesto eder, bu yoldan ilgi çekmeye çalışır. Belki de bunu başarır çünkü bir Dakar Canisi olarak anıldığını söyledikten sonra annesi Boubacar’a: “O ne biçim laf oğlum! Dakar canisi de nereden çıktı!?” diyerek gerçekleştirdiği eylemlerle yüzleşemeden oğlunu savunmaya geçer. Veremediği ilgi ve sevgiden, yarattığı tatminsizlikten bilinçaltında bir suçluluk duygusu hisseder. Bu durum karşısında Boubacar’ın ailesinin psikolojik yapısını ara sıra erkeklerle olan ilişkileri üzerinden okumamıza yardımcı olan abla karakteri, Boubacar’ın annesine: “Anne iki dakika gerçekleri kabullenelim olur mu? Tabii ki Boubacar Dakar Canisi…Her zaman bir şiddeti vardı fakat bu kadarını kimse beklemiyordu. Boubacar var, Senegal de var, Dakar da, bunların hepsi oldu.” (s. 304) diye cevap vererek karakterleri ve okuyucuyu şiddetli bir gerçeklikle yüzleştirir: Bouabacar Ba ne bir sözlü tarihçi ne bir mürebbidir, artık o bir Dakar Canisi’dir.
Boubacar’ın anne ve baba ilişkileri sebebiyle hissettiği yetersizlik ve tatminsizlik, dayılarının abartılı tavırlarıyla da trajikomik bir hikâyeye dönüştürülürken, Patron’un yanında çalışmaya başlamasıyla ilginç bir dönüşüme uğrar. Adama’nın sevgilisi, Mamadou’nun öğretmeni, Patron’un da zaman zaman iş meselelerine müdahil olan bir arkadaşı olarak Boubacar, üç farklı kimlik üzerinden kendine bir tatmin alanı inşa eder, bir arzu nesnesine dönüşür.
İnsan bazen öyle tatmin olmuş bir durumdadır, öyle huzurludur ki kendi varlığından şüphe eder. Huzurunu, işlevini ve ne ifade ettiğini tekrar ve tekrar sorgular. Boubacar’a olan da budur. Mamadou ve Patron’la ilginç bir baba-oğul-torun üçgenine girer Boubacar. Dakar Rallisi için gittikleri Bolivya La Paz’da gerçekleşen izdihamda Adama ve Mamadou ile birbirlerine sarıldıkları sırada Boubacar Mamadou’ya “…korkma ve sakın yere düşme oğlum, sakın!” (s. 225) der. Boubacar’ın kullandığı oğlum kelimesi kendi babası ile kuramadığı iletişime, eksikliğini duyduğu baba figürüne bir gönderme yapar. Yine de Boubacar, Adama ve Mamadou’yu koruyabildiği için belki de iyi hisseder çünkü tatmin olabileceği bir otorite alanı yaratabilmiştir. Adama ile olan ilişkisinde ise yine başka bir özneyi tatmin için var olan Boubacar, sömüren/sömürülen, kullanan/kullanılan ikilemlerine okuyucuyu geri döndürür. Nevrotik insan, yetersizlik duygularından kurtulabilmek amacıyla güçlü bir eş arar. Ona tutunarak yaşamını güvenlik altına almaya ve bir anlam bulmaya çalışır. Nevrotik davranışları olan Boubacar, Adama gibi güçlü, kendinden emin, işleri çekip çevirebilen, varlıklı ve nüfuslu bir kadında, hayata tutunmaya ve bir anlam bulmaya çalışır. Ancak bu umutlar, kendi yetersizliği sonucu düş kırıklığıyla sonuçlanır. Kendinde olmayan güveni çevresinden almaya çalışan Boubacar, onların onay ve desteğini sağlayıcı tutumlar geliştirir. Romanın başında, Boubacar’ın Patron, Adama ve Mamadou ile kuvvetli ilişkiler geliştirdiğine şahit oluruz. Ancak hikâyenin devamında, bazı meseleler üzerine Patron ve Adama ile uyumsuzluk yaşayan Boubacar, sözde otoritesini kaybetmeye başlar. İş meselelerinin dışında tutulur, bazı isimlerle tanıştırılmaz. Buna karşılık Boubacar kendi kendine: “Tanıştırılmıyorum. Tanıştırılırım oysa normalde. Normal olmayan bir şeyler var. Bozmak istiyorum. Bütün planlarını.” der. (s. 213) Bu durum, aslında kendisinin diğer insanlar üzerinde bir yük yaratmasından, onları giderek kendinden uzaklaştırmasındandır. Bu çaresizlik hissiyle beraber Boubacar’ın roman boyunca zaman zaman sinyallerini vermiş olan şiddet eğilimleri artar, saldırganlaşmaya başlar ve Boubacar giderek bir Dakar Canisi’ne dönüşür.
***
Öte yandan Batı kültürüne hâkim Boubacar’ın Senegal ile ilginç bir bağı da vardır. Ülkesini sevmez değildir. Boubacar içine bile isteye atladığı bütün muhasebeleri, uzunca bir zamanı uyuyarak geçirdiği Paris sokaklarındansa Senegal’de yaşar. O, ülkesinin kaosundan, çatışmalarından ve ikilemlerinden muzdariptir. Obsesyonları, tatminsizliği, yer yer kıskançlığı, zaman ve mekân karmaşalarıyla boğuşan Boubacar, annesinin başka erkeklere hayran olmasına, ona yetememesine hep incinen bir karakterdir. Bu tatmin edememe hali mutlak ve baki görünse de Boubacar’ı var eden bir yandan da ailesiyle, Senegal ve mesafelerle olan çatışmalarıdır. Sadece şehirler arasındaki mesafelere değil, annesi ve Adama ile arasında azalıp çoğalan mesafeler de Boubacar’ın kafasını karıştırmaktadır.
Batılı bir medeniden Dakar Canisi’ne
Nadir de olsa insan ilişkilerde ince, düşünceli ve caniden çok naif fikirleriyle davranan Boubacar Batılılaşabilmiş bir Afrikalı örneğiyken, nihayetinde, bilmeyi umduğu ve düşündüğü her şeyiyle bir caniye dönüştürülür. Onun caniye dönüştüğü bilgisinde bir haber değeri gören ve Afrika’yı her zaman kendi medeniyet yapısı üzerinden “vahşi, yabani” olarak nitelendiren Batı, bu defa da çizgisini korumaktadır. Boubacar’ın yaşadıklarını anlatırken sık sık “tek beyaz” olarak seslendiği Fransız gazeteci, onun Dakar Canisi’ne dönüşme hikâyesini dinlerken kendisi de artık onunkilere benzer ayırt edemeyişlerle, gerçeklikten kopuşlarla yüzleşmek durumunda kalır. Özne-nesne, arzulayan-arzulanan, sömüren-sömürülen gibi dikotomilerin dengesini sarsmayı becerebilen Yakınafrika, bugünün insanının üzerine yüklendiği her ne varsa okuyucuya sunabilen, farklı, tartışmalara, incelemelere açık, kuvvetli bir metin. Post-kolonyalizm izleklerinden masalsı, gerçeküstü detaylara, psikolojik incelemelerden post-modern teorilere hemen hemen her eleştirel okumaya müsait. Romanın sonunda; topluma egemen olan anlayış haritalarını reddeden, sürekli yeniden şekillenen kimlikleriyle ebedi bir mücadele içinde olan, sorular sorarak özneliğini kuvvetlendiren, yaşadıklarıysa sorgulanan olma hakkını edinen Batılılaşmış Dakar Canisi Boubacar, Batı’nın etkisinden kurtulur, medeniyetsizleşir. Zamanında kolonileştirilmiş her devlet gibi, bütün iç muhasabelerinden sonra, bağımsızlığını ilan eder ve bir caniye dönüşür. Boubacar ne kadar beklemesi gerekiyorsa o kadar beklemiş, ne kadar süre geçmesi gerekiyorsa o kadar sürenin geçmesi içi sabretmiştir. Var edebilmiş midir kendini? Edebilecek midir? Romanın son sayfasında, pek muhtemel hayaliyle konuştuğu anneannesine “Ben gene ümitsizliğe kapılıyorum galiba anneanne” der Boubacar. Var olmaya, insan olmaya, kendi olmaya çalışırken tekrara düşecektir. Ama olsun, nihayetinde insan olmak; vahşiliği, yabaniliği, caniliği bir medeniyet kümesi ile kesiştirebilmek demektir. (ZC/HK)
[1] “Natural attitude”. Beyer, Christian. “Edmund Husserl.” Stanford Encyclopedia of Philosophy, Stanford University, 1 Nov. 2016, plato.stanford.edu/entries/husserl/#LifWor.
[2] Geçtan Engin. İnsan Olmak. Metis Yayınları, 2016.
Kaynakça:
Geçtan, Engin. Psikodinamik Psikiyatri Ve Normaldışı Davranışlar. Metis Yayınları, 2010.
Adler, Alfred. Yaşama Sanatı. Say, 2006.
* Bu söyleşi ilk kez Varlık Dergisi'nin Ağustos 2018 sayısında yayınlandı.