Sağlık alanında "Yılan Hikâyesi"ne dönen tartışmalardan birisi de sağlık kurumlarında "yabancı kökenli" hekim çalıştırılmasıdır. Hükümet etmeyi kendi kafasına ve keyfine göre aklına geleni, gönlünün çektiğini yapmak isteyenlerin pek çok yol deneseler de "kuralına uygun davranmadıkları" için bu güne kadar başaramadıkları bir konu bu.
Çukurun dibindeki taşı yukarıya kadar çıkarıp tam tepeye vardığında aşağıya düşüren Sisifos gibi, her defasında hukuk duvarına çarpan hükümet, bu kez de "Kanun Hükmünde Kararname'' (KHK) yolu ile şansını denemeye niyetli.
Bu isteklerinin ardındaki temel nedeni ülkedeki hekim sayısının azlığıyla açıklıyorlar.
Sağlığı bir ticari faaliyet olmanın ötesinde bir hak ve o hakkın gereği, öncelikle sağlıklılığı yani koruyucu hekimliği ve halk sağlığını hedefleyerek, herkese eşit biçimde sunulan bir kamusal hizmet olarak görenler ise bu düşünceye katılmıyorlar.
Halk sağlığı uzmanları ülkedeki hekim sayısının yeterli, ancak yönetimdeki sorunlar nedeniyle dağılımının eşitsiz olduğunu, hizmet açığının da bundan kaynaklandığını ileri sürüyorlar.
Neden?
Asıl olarak bu düşünceyi benimseyen başta hekim örgütleri olmak üzere sağlık alanının meslek ve çalışma örgütleri ise bu isteğin ardındaki düşüncenin çalışanları işveren/idare karşısında özellikle özlük hakları bağlamında pazarlık gücünü azaltmaya ve böylelikle güçsüzleştirmeye yönelik bir tutum olarak görüyorlar.
Gerçekten de kapitalist kurallara göre şekillendirilen her ticari faaliyette o alanın emekçilerinin pazarlık gücünü azaltmak için bulunan yollardan bir tanesi de o alana sunulan işgücünü artırmaktır.
Böylelikle her an "daha ucuza çalıştırabilecek" bir işgücü potansiyeline sahip olunur ve emeğin karşılığını daha az oranda ödemek mümkün olur: Kapitalizmin arz talep kuralı!
Yetersiz, eksik ve aslında bilgi ve deneyimine güvenilmeyecek ölçüde niteliksiz bir iş gücünün varlığı da bu alandaki iş gücünü değersizleştiren bir başka unsurdur ve uzun yıllardır bu yöntem uygulanarak, yani mantar gibi biten "yeni tıp fakülteleri" ile "kadavra görmeden" sona eren tıp fakültesi mezunları ile hekim sayısı artırılmaya çalışılmaktadır.
Hekimler ve sağlık çalışanları kolay yetiştirilmiyor. Halen açılan okullar da bu "fazla işgücü"nü sağlamaya yetmiyor. Özellikle hekim dışı sağlık çalışanı sayısındaki yetersizlik nedeniyle, sağlık/hastalık hizmetleri hekimler, yardımcı hizmetliler ve hasta yakınlarının el/iş birliği ile yerine getiriliyor.
Uluslararası zincir hastanelerinin talebi
Yeterince açık ifade edilmese de, bu konudaki ısrarın ardında başka bir baskı daha var: Uluslararası bağlantılı ve ortaklı zincir hastanelerinin "nitelikli sağlık işgücü" talebi.
Aslında bu ikisi birbirine bağlı ve koşut olarak ortaya çıkan gereksinimler. Çünkü sağlık alanındaki dönüşüm, uluslararası özel hastane zincirleri, hastane kentleri ve "sağlık turizmi" gibi çeşitli adlar altında "çok para kazandıracak tıbbi işlemleri ve hizmetleri" sunmayı da bir iş olarak önüne koymuş durumda.
Bu kurumlarda hem üst düzey, hem de çok kazandıracak sofistike tıbbi işlemleri yapacak, hem de yabancılara kolay ve etkin hizmet sunacak "milliyeti önemsiz küresel iş gücü"ne, bunu sağlayacak nitelikli hekimlere ve uygulayıcılara gereksinim var.
Mevcut sistemin yetiştirdikleri ise bunları sağlamaya yetmiyor. O zaman geriye ikinci bir yol kalıyor: Bir noktada kesişen her iki gereksinimin çözümü ise başka ülkelerdeki iş gücünden yararlanmak yani aslında "hekim ithâli" denilebilecek yani yabancı hekimlere çalışma izni verilmesi.
İki önemli kaynak
Bunu sağlayacak iki önemli kaynak var: İlki yeterince hekime sahip olan ama onları çalıştıracak yeterli istihdam olanağı olmayan İtalya, İspanya ve bazı uzmanlık alanlarında İngiltere, Fransa vb. Batı ülkeleri.
Bunlar çoğunlukla "nitelikli hekim istihdamı" için önemli bir potansiyel. Ayrıca bu Avrupa Birliği'nin (AB) temel taleplerinden birisi; Türkiyelilere Avrupa'da çalışma olanağı açmadan, özellikle üst düzey elemanlar açısından Türkiye'yi bir istihdam alanı olarak görmek istiyorlar.
Aslında Türkiye'de hem de sağlık iş kolunda bu tür elemanlar uzun süredir çalışıyor. Çok uluslu şirketlerin özellikle yönetici ve araştırma kadrolarında bu tür elemanlar görev yapıyor. Dahası bazı sağlık kurumlarında da değişik sıfatlar altında yine istihdam söz konusu. Yalnızca kendi adlarına hasta bakamıyor ve reçete yazamıyorlar.
Tabii onların gelmesi, bu tür hizmetleri halen gören ve çoğu "üniversite"(?)lerde bulunan "ünlü ve çok kazanan" hekimlerin şu andaki durumlarının, koşullarının bozulması, erklerinin ve piyasa içindeki değerlerinin, dolayısıyla pazarlık güçlerinin ortadan kalkması, en azından azalmasına da yol açacak.
Tepkilerin bir bölümü buradan kaynaklanıyor ve bu tepkileri ortadan kaldırmak, en azından etkisizleştirmek için de "üniversitelerde çalışan hekimlere özel çalışma yasağı" gündeme getirildi. Son dönemde bu konudaki tartışmaların ardındaki nedenlerden birisi de bu.
İkinci kaynak
Sağlıkta Dönüşüm Programının asıl ve temel gereksinimi ise yaygın sunulan hizmetler için daha fazla işgücünün piyasaya girmesini sağlamak. Bunun için öngörülen temel kaynak eski Sovyetler Birliği içinde yer alan ve şimdi her biri bağımsız devlet olan cumhuriyetlerdeki hekimler.
Bunlar hem görece daha nitelikli, hem de bulundukları yerlerde onlara verilen ücretler ve elde ettikleri gelir çok düşük olduğu, dahası "batılı"(?) olmanın sağladığı kimi çekicilikler nedeniyle aynı parayı alsalar bile Türkiye'de yaşamayı ve çalışmayı yeğleme olasılığı yüksek olan bir hekim kitlesi.
Bunlara sayısı çok olmasa da batılı üniversitelerde ve bizdeki bazı üniversitelerde eğitim gören ama buralarda istihdam olanağı olmayan, Afrikalı, ve Ortadoğu kökenli bazı hekimleri de katmak da mümkün.
Ucuz iş gücü sağlanabilir ama
İç kuralları bu kez hukuk duvarına toslamadan değiştirmek ve bu hekimleri Türkiye'de çalışır hale getirmek belki mümkün olabilir. Bunları "gerek şartlar" olarak değerlendirebiliriz; ama bir de bunu "yeter şartları" var.
Dışarıdan hekim istihdamı söz konusu olduğunda, yalnızca onlara çalışma izni vermek sorunu çözmeye yetmeyecek. Çünkü hekim istihdamı başka alanlardaki istihdama benzemez.
Çalışma ve çalışan hakları bağlamında gerekli ulus üzeri düzenlemelerin yerine getirilmesi gerekir. Ayrıca hekimliğin "akreditasyon"unun (bilgi ve uygulamaya dair standardizasyon) "sürekli eğitim ve gelişimi"nin, "mesleki denetim ve kontrolü"nün, bunlarla ilgili düzenlemelerin ve bunları yapacak kurumların işbirliğinin sağlanması da gereklidir.
Sağlık Bakanlığı'nın yabancı hekim çalıştırılmasıyla ilgili düzenlemelerden söz edilen ifade ve hazırlıklarda bunlara ve nasıl yapılacaklarına dair herhangi bir "cümle" bulunmamaktadır.
Alana ilişkin kuralları belirleme konusunda tüm yetkileri elinde toplama isteği de aslında bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bir başka kurum da devreye girerse, işlerin o kadar kolay gitmeyeceği, her istediğini yapamayacağı ortadadır.
"Türkçe" bilme koşulu
Yabancı Hekim görevlendirme konusunda telaffuz edilen tek koşul "mesleği uygulayacak kadar Türkçe bilmek"tir.
Aslında bu cümlenin de samimiyetinden kuşku duymak için yeterli neden vardır: Niyet okumak kimsenin haddi değil ama, anadilinde sağlık hizmeti sunumu konusunda yalnız sağlık bakanlığının değil, hükümetin ifade ve tutumları nedeniyle bu saptamayı yapmak olasıdır.
Bu ülkede bir kesim vatandaş, canının yandığında ağzından çıkan sözcüğü anlamayan sağlık personelinin eliyle sağlık hizmeti almaktadır.
Bu ülkede bazı insanlar için "ağrı ile acı"nın tıbbi anlamlarındaki farklılık ayırt edilmeden tanı ve tedavi hizmetleri sunulmakta ve bunun sonuçlarının olumlu olduğu ve sağlıklılığı sağladığı iddia edilmektedir.
Gerçeklerin böyle olmadığı hem yaşanan örnekler, hem de o örneklerin bilimsel sonuçlarını anlatan sağlıkçılar ortaya koymaktadırlar. Ne yazık ki bunlara kimse değinmemektedir.
Kürtçe bilen hekimlerle başlasın
"Türklere hizmet verecek yabancı hekimler için Türkçe bilme koşulu"nu ileri süren Sağlık Bakanı bu düşüncesinde samimi ise şu cümleyi de açıkça söylemeli ve savunmalıdır:
"Kürtlere hizmet verecek hekimlerin de Kürtçe bilmesi gerekir!".
Mevcut hekim profili konusundaki gerçekler ve bunu ortaya koyan bilimsel veriler, Kürtlere ve anadili Türkçe olmayanların bu anlamdaki hizmet açığı Türklerden daha fazladır. O zaman eğer sağlık hizmetinden eşit olarak yararlanmak bir hak ise öncelikle Kürtçe sağlık hizmeti sunacak hekimlere "çalışma izni" verilmelidir.
Bu yabancı hekim konusundaki hizmeti önceleyen bir yaklaşımım samimiyetini gösteren bir unsur olacaktır.
Bununla birlikte kurulması ve dile getirilmesi gereken ikinci cümle şudur:
"Bu ülkede çalışan tüm hekimlere, evrensel insan hakları ilkelerine ve bağlı sözleşmelere uygun çalışma ve çalışan haklarını gerçekte ve uygulamada var edecek düzenlemeler yapılacaktır. Gelecek yabancı hekimlerle ilgili akreditasyon, standardizasyon, sürekli eğitim ve mesleki gelişim, kontrol ve denetimle ilgili bilimsel ölçütlere dayanan düzenlemeler gerçekleştirilecek, bu konudaki işbirliklerini gerçek kılacak bir yaklaşımla, buna yönelik çalışmalarına başlanacaktır."
Bunun söylenmediği durumda hükümetin ve Sağlık Bakanlığı'nın yabancı hekim istihdamı ile ilgili düşüncelerinin ülke insanı ve sağlık hizmetinin gerekleri için değil, sağlığın ticarileşmesinin, bunun için gerekli olan liberalizasyonunun (kuralsızlaştırılmasının) bir gereği olarak yapıldığı kesinleşmiş olacaktır.
Dolayısıyla emeğinin değersizleştirilmesine ve niteliksizleştirilmesine itiraz eden hekimler, çalışma hakkını her koşulda savunan emekçiler, sağlığının anlamını bilen ve bunu yitirmek istemeyen insanlar bu düzenlemeye itiraz etmesinden doğal bir şey yoktur.
Bu kesimlerin ve bunca itirazın olduğu bir ülkede ve ortamda da ''yabancı hekim" talebi hukuk duvarına çarpmaktan kurtulamadığı gibi, "sağlığı önceleyen ve ticarileşmesine" itiraz eden kesimler de bu konuda mücadeleyi sürdürecektir.
Sağlık Bakanlığı'na önerimiz ise görevini "sağlığın ve sağlıklılığın" gereklerine göre yerine getirmesi; herkesin, eşit, nitelikli ve ücretsiz sağlık hizmetine ulaşmasını sağlamasıdır. (MS/HK)