Yeni tiyatro sezonu henüz açılmamışken, Tiyatro İkinciKat yeni oyunu Let ile seyircisiyle İkincikat Karaköy’de buluşuyor.
Kurulduğu 2010’dan bu yana alternatif sahneler arasında hatırı sayılır bir yer edinmiş olan topluluk, alışılagelmiş kalıpları yıkarak sürdürdüğü sahne serüvenine yaz boyunca Yarının Oyunları başlıklı kolektif tiyatro projesiyle devam etti. Dönüşüm ve ahlak temalı ilk iki oyunun ardından proje kapsamındaki üçüncü oyun ‘Let’. Oyunun teması ise adından da çağrıştırdığı üzere, adalet.
“Ya yenildiysek? Ya bizim sorunumuz yenilgiyi kabul edememekse?” sorusunu sordurarak başlıyor ‘Let’ oyun ekibi performansına. Bir yandan da seyircisini hep bildiği; fakat kendisine bile itiraf edemediği; hatta etmekten korktuğu cevaplarla yüzleştiriyor aniden: “Başından beri belliydi, biz bu tür bir savaşın tarafı olamayız. Bizim işimiz savaşmak değil, yaşamak”.
Sonu olmayan bir hikaye
Özer Arslan’ın imzasıyla, Sami Berat Marçalı ve Onur Karaoğlu’nun yönetmenliğinde seyirci karşısına çıkan oyun, yaklaşık bir buçuk saat süren bir performans boyunca hiç durmadan düşündürüyor seyircisini cevabı bir türlü verilemeyen sorular içeren diyaloglarıyla.
Oyun anlatısıyla her bir karakterin adalet duygusunu sorgulayışının, kendi hayatları çerçevesinden bir izdüşümünü sunuyor aslında. Londra’da bir barda başlayıp yine aynı yerde biten gürültülü ve sonu olmayan bir hikaye. Gürültünün içinden beş karakterin hayatlarından sunulan her kesit, seyirciyi aşina olduğu durumlara ve duygu hallerine sürüklüyor, seyirci oyunun içine kolayca giriveriyor.
Barış geçmişine hapsolarak gitmek ve kalmak; ölüm ve yaşam arasında sıkışıp kalmış bir adam, Özge’ye göreyse ideal bir sevgili. Özge rutinlerinden ve ezberlerinden bir türlü kurtulamayan, sözde sorumluluklarından asla kaçmayan bir karakter portresi çizerken, Barış’ın gözünde sığınılacak bir liman aslında. Bilge ise başına buyruk; fakat tek seçeneğinin, sadece Aziz’le olan ilişkisinin sınırları etrafında gezinmek olduğuna inanacak kadar tutsak. Aziz başta babası olmak üzere her türlü otoritenin altında ezilmiş, ancak ve ancak melankolik ruh haliyle kendi iç dünyasında varlığını sürdürebilen, Özge’nin deyimiyle “hiç büyümemiş bir çocuk.” Murat ise Özge’nin aksine özgürlüğüne düşkün, içinden geldiği gibi yaşayan ve hayatının her alanında arada kalmışlık hissinin pençesine düşmüş bir kardeş ve sanatçı.
“Adaletin bu mu dünya?”
Bütün karakterler hayatlarının ve dünyanın adaletini sorunsallaştırarak bir döngünün içine giriyorlar oyun boyunca. Umutsuzca, birleşmeye çalışırken daha da uzaklaşıyorlar birbirlerinden. Gitmek isteyip gidemiyorlar ya da gitseler de geri dönüyorlar, bir gün kalan olmaktan korktukları için. Kopmaya çalışıp kopamıyorlar asla. Hiç durmadan konuşuyorlar, ama kulaklarını tıkıyorlar birbirlerinin sözlerine. Gürültülü hikayenin içindeki sessizlikte boğuluyorlar sevgisizce. Oyun metninin ve oyunculukların başarısıyla evrensel bir dil kazanıyor ve bu dil, tüm bu sıkışmışlıkları ve bilinmezlikleri, seyircinin derinden hissedebileceği evrensel bir anlatı bir haline dönüştürüyor.
Oyun sırasında sahnede göremediğimiz, ancak metnin güçlü kurgusuyla varlığını hissettiğimiz anne, baba, devlet figürleri ve Boğaz Köprüsü’nden atlayan Zeynep’in rahatsız edici silueti ise karakterlerin korkularını, kaçışlarını, unutuşlarını daha da güçlendirerek çarpıyor seyircinin suratına. Aziz’in “Kavga yok, devlet yok, polis yok, baba yok, statü yok” repliği ya da Özge’nin Zeynep için söylediği “Bazen kendimiz için üzülürüz kalanlara; ne yapacaklar diye? Ölüm hepimizin başında, hepimiz öleceğiz” sözleri gibi birçok ifade anlatıyı daha da güçlendiriyor.
Zaman ve mekan akışı dahi, bu sıkışmışlıktan ve bilinmezlikten nasibini almış. İç mekandan dış mekana; bardan bir anda Gezi Parkı’na, Gezi’den öncesine ve Gezi’nin yıldönümüne uzanan “geri dönüşler” seyirciyi hiç bilmediği, yerlere ve zamanlara alıp götürüyor.
Oldukça minimalist bir sahne tasarımına sahip oyunda geçmiş, şimdi ve gelecek sahnede kullanılan şarap şişesi, kadehler, kitap ve silah gibi belirli objelerle yansıtılıyor. Işığın ve müziğin kullanımı da önemli bir yere sahip. Hikayenin sonu gelmeden sahne geçişlerinde bir anda sönen ışıklar yine cevapsız bırakıyor akıldaki tüm soruları. Selda Bağcan’ın sesinden duyduğumuz oyun müziklerinden biriyse hikayeyi özetliyor aslında: “Ümidim yok bugün ile yarına, toprak beni de basacak bağrına, adaletin bu mu dünya?”
İktidarı mı, kendisini mi öldürüyor?
Bir anda son sahneye geçiyor oyun; her ne kadar seyirci son sahne mi diye tereddüt etse de...
Mekan yine o bar ve Barış gitmeye karar veriyor kafasına silahı dayayarak, “birinden gidince, bir memleketten gidince bir daha olmuyor” diye de ekliyor. Kalıyor mu, yoksa gidiyor mu emin olamıyor seyirci. Babayı, devleti; her türlü iktidar biçimini mi öldürüyor, yoksa kendisini mi? Işıklar söndüğünde akıllarda Özge’nin repliği kalıyor: Ben en çok sonu olmayan hikayeleri severim. Nokta koymak tanrının işidir. Bu yüzdendir sonu olmayan hikayelere, şiirlere tanrısal bir heyecan yükleyişim. (MF/YY)
Oyunun tarihlerine buradan ulaşabilirsiniz.