Türkiye Cumhuriyeti’nde kız ve erkek çocukları doğduktan hemen sonra renklerle ayrılırlar, erkeklere ve kadınlara farklı iki renkte nüfus cüzdanı verilir. Kızların pembe, erkeklerin ise mavi olan nüfus cüzdanları, onların Türkiye’de eşit olamayacaklarının en renkli resmidir, yaşlar ilerledikçe resimler daha da kararır, tecavüzlerin kanlı kırmızısına, cinayet gecelerinin kara rengine ve kimi zaman da alev alev yakılan bedenlerin kor rengine dönüşür.
Özgecan Aslan cinayeti, Türkiye’nin kasvetli, umutsuz siyasi ve sosyal hayatını daha da çaresiz kıldı. 2012 yılından beri, düzenli olarak kadın bedeni üzerinden sürdürülen muhafazakarlaştırma hareketi ve ataerkil yapının yüreklendirilmesi ile bir kurban daha verildi.
Özgecan Aslan cinayetinin kendisinin olduğu kadar, cinayetin kitlelerce protesto edilmesi ve geniş bir yankı uyandırması da başlı başına bir sosyolojik durumun habercisi.
Özgecan Aslan’ın, çocuklarının, eğitimine ve geleceğine düşkün orta sınıf bir Türk ailesinden gelmesi, Aslan’ın olayın başına geldiği gün yaşadıkları birçok kişinin cinayeti kendileriyle özdeşleştirmelerine neden oldu. Bir kız arkadaşla, alışveriş merkezinde geçirilen sıradan bir günün sonunda yaşananlar, her kadının kendisi ve ailelerin kızlarıyla ilgili bir korkuyu su yüzüne çıkardı: Ya bizim başımıza da gelirse?
Fakat tüm bu olan biten dünden bugüne değil zaman içerisindeki bir değişmeyi yansıtır ancak aynı zamanda da basit bir matematiği de barındırıyor içinde.
Dünya Ekonomik Forum’un 2014 verilerine göre, Türkiye, kadınların güçlendirilmesi ve kadın sosyo-ekonomik yaşantı sıralamalarında 142 ülke arasında 125.sırada yer alıyor. Genel sıralamada, Türkiye’nin önünde yer alan bir kaç ülke şöyle: Nijerya, Fiji, Angola, Bahreyn, Gana, Nepal. Bu genel sıralamanın içerisinde bölümlere ayrılan konuların en önemlileri kuşkusuz kadınların iş gücü katılımına oranı, siyasi alandaki varlıkları ve güç mekanizmalarındaki sayıları. Türkiye’de kadınların iş gücüne katılım ve fırsat oranı yüzde 29’da kalırken bu Avrupa’daki en düşük oran olmasının ötesinde, dünyada Türkiye’yi 142 ülke arasında 132.sıraya taşıyor. Kadınların siyasi katılımında ise, ülkemiz 113. sırada. Kadın belediye başkanlarının oranı yüzde 0.56, belediye meclis komisyonlarında kadın üye oranı yüzde 2.42, mahalle meclislerinde ise yüzde 1.81. Çoğu gazetenin genel yayın yönetmeni kadın olamazken, Türkiye’de yer alan 169 üniversitenin yalnızca 11’inde kadın rektör bulunur. Bir kez kadın başbakanı olan Türkiye’nin hiç kadın cumhurbaşkanı olmamıştır. 26 müsteşardan 1 tanesi kadın iken, kadın vali sayısı da 1’dir. 7 yargı organından yalnızca 1’inin başkanı kadın, işveren meslek örgütlerinin hiçbirinde kadın başkan bulunmaz.
Dünya Ekonomik Forumu’nun, bölgelere ayrılıp yapılan değerlendirmelerinde, Türkiye Avrupa ve Merkez Asya grubunda en son sırada yer alır. Önünde yer alan on ülkeyi de yazmak gerekirse: Gürcistan, Slovenya, Yunanistan, Macaristan, Azerbaycan, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Malta, Tacikistan, Ermenistan olduğu görülür. Son yıllarda komşularına yukarıdan bakan Türkiye’nin, değil komşularına yukarından bakacak, kendi kadınlarının yüzüne bakacak hali yoktur. Kadınlar güç mekanizmalarının hemen hemen hiç birinde yer alamazlar. Türkiye’de siyasi ve ekonomik olarak güçsüzleştirilen kadınların toplumsal konumlarında herhangi bir iyileşmenin olamayacağı gün gibi açıkken, şiddet tüm bunların yansıması olarak karşımıza dikilir: Türkiye’de her üç kadından biri şiddete maruz kalırken, her 10 kadından 4’ü eşi tarafından fiziksel şiddete uğruyor.
Cinayetlerin çoğu “özgürleşme” arzusunda olan kadınlara karşı işlenirken, daha doğru şekilde ifade etmek gerekirse, insan haklarının temel maddelerinden biri olan kendi iradesi ile seçimlerini yapmayı arzularken öldürülmüş, (Dünya Ekonomik Forumu'nun raporuna göre) yüzde 42’si hiç tanımadıkları bir erkeğin fiziki şiddetine maruz kalmış. Üstelik eğitim seviyesi de şiddeti yok edemez. Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu, İş Dünyası Aile İçi Şiddete Karşı proje kapsamında yaptığı araştırmasında son derece düşündürücü bir tablo ortaya çıkar: Çoğunluğu üniversite mezunu beyaz yakalı kadın çalışanların yüzde 75’i en az bir kez şiddetin bir türüne maruz kalırken, yüzde 40’ı psikolojik-duygusal şiddete, yüzde 35’i sosyal şiddete, yüzde 17’si ekonomik, yüzde 8’i fiziksel şiddete uğramıştır.
2012 yılından beri, kazandığımız haklarımızı kaybetmekle yüzyüze gelen biz kadınlar, siyasi erk tarafından aşağılanmış, kılık ve kıyafetlerimiz için fetvalar verilmiştir. Kürtaj, doğum kontrol hakları, sezaryen seçimi gibi kadın üreme sağlığı ve hakları kadınların ellerinden alınırken, hamile olarak sokaklarda dolaşmaları, annelerin oğullarını diz kapaklarıyla tahrik edebilecekleri akılsızca dillendirilmiş, aslında ensest sapkınlığı siyasi bir söyleme dönüşmüş ve meşruluk kazanmıştır. Kadınlarına yalnızca anne olduğu takdirde toplumsal bir saygı göstereceğine dair bir mesaj verilirken, annelerinin diz kapaklarından bile tahrik olan erkeklerin varlığı, deliliğe övgü mahiyetindeki söylemleri, yalnız yaşayan, bekar, özgür kadınları da adeta toplumsal iffetsizlik hedefi haline getirmiştir. Tüm bu veriler, söylemler, insan ve hayvanı birbirinden ayıran bir özellik olan gülmenin, kamuya açık alanlarda kahkaha atan kadınların namussuz olarak nitelendirilmeleri de düşünüldüğünde Özgecan’ın başına gelen cinayetin arka planı daha berraklaşır kuşkusuz. Kadınların insan olarak görülmemelerinin yukarıda görüldüğü gibi istatistiksel bir yansıması vardır.
Bu cinayetlerin, kadınların, sistemsel olarak güçsüzleştirilmesinin ve misojenist hükümet politikalarının meyveleri olduğu büyük bir gerçektir. Erkek dayanışması ile tecavüz edilmeye kalkışılan, bıçaklanıp, öldürülüp ve yakılan bir simge cinayet mahiyetinde bir vahşettir Özgecan Aslan cinayeti.
Türkiye son dönemde gerek iç gerek dış politikada, iç güvenlik meseleleri, çalışan haklarının iflası, ekonomisinde yaşanan üstü örtülü gerileme ile 2015 yılında kimi politikalarının sonuna gelirken şiddet toplumda daha da yaygınlaşmış, saflıkla oynan bir kar topu oyunu bile, genç bir adamın tam anlamıyla hiç uğruna ölümüne neden olmuştur. Bugün şiddet, meclisten, esnafa kadar yaygın bir davranış biçimidir toplumda, bu yeni olmasa da, meşrudur artık.
Üstelik hepimiz biliyoruz ki, tecavüze uğrayan kadınlar isimlerini kaybederlerken, yalnızca tecavüzden sonra öldürülen kadınlar isimlerine sahip olabilirler. Öyle ki, Özgecan, bugün yalnızca tecavüze uğrasaydı biz onun adını bilemeyecek ve durum gözümüze bu denli kötü gözükmeyecekti. İstatistiklerin içine belki sessizce eklenecek ya da söylemeye cesaret edemeyecekti. Akşam evine gelip, hali kalmışssa yalan söyleyecekti, tıpkı diğer gizlenen şiddet olayları, tecavüz, cinsel istismar vakaları gibi. Özgecan, tüm bunlar başına gelmeyip okulunu bitirebilseydi, yüzde 29 ihtimalle çalışma hayatında yer alacak ya da yüzde 61 gibi daha yüksek bir ihtimalle kayıt dışı ekonomi de güvencesiz çalışacaktı. Yaşasaydı, yüzde 3.6’lık bir ihtimalle kadın rektör, yüzde üçü geçemeyen bir ihtimalle kadın bakan, yüzde 14’lük bir yüzde ile milletvekili olabilirdi, yüzde 33.1 ihtimalle evlendiği takdirde eşinden şiddet de görebilirdi.
Kısacası Özgecan aramızda kalsaydı, annesinin sıcak, güvenli ve onu yüreklendiren kollarından adaletin olmadığı bir toplumsal hayatta mücadeleye devam edecekti, bizlerin devam ettiği gibi. Çocuğunu devlet hastanesinde doğurursa, nasıl doğuracağına kendi karar veremeyecek, bir sorun çıksa doğumda hayatını kaybedecekti. Belki Özgecan, bu istatistikleri rakamsal olarak bilmiyordu ancak tıpkı diğer genç kadınlar gibi canının bir değerinin olmadığını farkındaydı, farkındaydı ki masumca çantasının bir köşesinde biber gazını taşıyordu, saldırganları etkisiz hale getirme umuduyla, denedi ancak yapamadı…
11 Şubat 2015 günü, Özgecan adından değil canından oldu. Bize düşen, ondan bize kalan ismi ile yeni ve aydınlık kadın politikaları üretirken, kadınların bu ülkede özgürce dolaşmaları için erkek ve kadınların yanyana mücadele etmesi olmalıdır. Toplumsal dönüştürme süreçlerinde, kadınların bir sembol olduğunu unutmadan, aslında kadınlar üstündeki baskının laik hayat biçimini yok etmek olduğunu fark etmenin de tam zamanıdır.
Tüm bunlarla birlikte, biz vicdan için dilenmeyelim, bilincin sağlanması ve sistemleşmesi için mücadele edelim. Toplumların ortak bellekleri çok değerlidir, oraya kazınan olaylar unutulmaz, sineye çekilmiş gibi gözükür ancak akıl alamayacak tepkilere dönüşebilir. Tüm dünyanın, üzerinde konuştuğu, gelişmekte olan ülkelerin ilerleme kriteri olarak gördüğü kadın-erkek eşitliği meselesi bugün Türkiye’nin önündeki en büyük demokrasi engelini teşkil ediyor ve Türkiye bu meseleyi aşamadığı takdirde, siyasi, sosyal ve ekonomik kalkınmasında bir imkansızlık tablosu oluşturacak.
Kısacası, yollar bitti, buradan sonrası yok… (DB/ÇT)