Günlerdir açlık grevleri üzerine konuşulmakta, yazılmakta. Bir işe yaradığı var mı bu yazıların? Pek değil. Gücenmeyelim, sözlerin de etkilerinin de tek elde toplandığı zaman. Hem yeni tanışık olduğumuz bir şey de değil bu. Yazılanlara, konuşulanlara bakarsak; çoğu yorum ajitetik, bir kaçı işlevsellik derdinde provakatif, kalanı da Kürtleri küstürmeyecek içerikte orta şeker, doğrusu yanlışı meneviş felsefik. En samimiyetsizi de bu sonuncusu. Gerekçesi kavi samimiyetsizliklerden. Çünkü dillere pelesenk 35 yıldır süren Kürt halkı mücadelesinin bugün geldiği nokta apolitik kimselerin bile dikkatini çekecek türden. Tarihe adını kazıma denilen şeyin sınavını da çoktan sırasından savmış.
Bu yüzden de sol eğilimli hemen hiç kimse bu tarihle ters düşüp, parmakla gösterilmek istemiyor. Bir yere kadar anlaşılabilir ait olma meselesi. Başka konu, geçelim.
Paul Verlaine şiir için söyler: "İlk dize Tanrı vergisidir. Ondan sonrası şairin çabası."
Kürt mücadelesinde de ilk dizeyi yazan Abdullah Öcalan. Sonrası Kürt halkı. Hemen tüm önderlerde olduğunu düşündüğüm tanrı vergisi yönlendirme, hâkim olma ve kendine mutlak inandırma kabiliyeti Öcalan'ın da özellikleri arasında. Varılan noktada bunca yıldır toplanan güç ve sürekliliğin ihtişamı mücadeleyi dokunulmaz kılıyor. Çok akıllı adamlar çok akıllı kadınlar olumsuz eleştiri yapmamak için çok akıllarına ustaca kırk takla attırdıkları oluyor. Kabiliyettir bu, Sezar'ın hakkı Sezar'a. Lakin haklılık, eğrisiyle doğrusuyla yakışır yaşanılanlara. Kırığı çıkığı, girdisi çıktısı törpülenen, pırıl pırıl yapılan haklılık, bir zaman sonra kuşkuya taşır insanı. İnsan kuşkuya düştü mü, o çok bildiğimiz "biz" duygusu içten içe çürümeye başlar. Herkesi inandırsanız da "biz" olduğunuza, siz inanmadıktan sonra?
Eğer yaşarsa bedenini ve yüksek ihtimal canını ortaya koyan insan için trajik bir dil kullanmak mantıksız. Mantıksız çünkü bu insanlar ya çok duygusal davrandıkları için bu yönteme karar kılmışlar ki bu yüzden makul yaklaşmak gerekir ya da duygusallığı artık bir kenara bıraktıkları için açlık grevindeler ki bu yüzden de vicdana seslenen gümbürtülü duygusal dil manasız.
Bildiğim devrimci gelenekte (var elbet böyle bir şey) ölüme giden birine şiirler öldükten sonra düzülür o kötü bekleme ve tetikte olma sürecinde varsa bir yol yöntem bulunur, derde derman aranılır. Yoksa derman, edep ve erdem gereği süslü konuşulmaz, yöntemin cesareti "zamanın ruhu" gereği amaca niyet kullanılmaz, felsefik miğferle kafanın içindekiler saklanılmaz.
Açlık grevi kötüdür, sonuçları ağırdır. Bu yöntemi tercih edenlere günlük hayatın ince elenmemiş, sık dokunmamış cümleleriyle laf edilmesi ne kadar komik duruyorsa, eylemi yüceleştirip yere göğe koyamamak da bir garip insanlık çıkmazının atsan atılmaz, satsan satılmaz "kutsama" hali karşısında çaresiz bırakıyor insanı.
Sormak lazım şimdi. Kimlere sırtımızı dayayıp açlık grevlerine iyice bakmalı?
Bu insanların iki isteği var. Öcalan'ın özgürlüğü ve anadilde eğitim hakkı. Sokaktan ümit kesilmiş. Sokak da bilenmiş ya iyice neyse. İş, duvarlar arasına hapsedilmiş insanlara düşüyor. Varın gerisini siz tamamlayın. "Kürt sorunu diye bir şey yoktur" diyenlere duyurulur.
2001 yılında "Hayata Dönüş Operasyonu" ile sonlandırılmak istenen açlık grevinde olduğu gibi iktidarın umurunda değil. Eylemi yapanların Kürtler olduğu düşüldüğünde açlık grevinin yüzüncü, iki yüzüncü günlerini, ağızlarındaki kanla şapırdata şapırdata bekledikleri de kesin.
Peki, bu eylem ne işe yarayacak?
Bir Wernicke Korsakoff hastasının ola ki dışarıya çıktığında mıh gibi olduğu yerde çakılıp, hayatın doludizgin devam ettiğini fark ettiği anın nihilizmi için mi?
Bunca ölüm yetmiyormuş gibi "açlık grevinde de bilmem kaç insanımızı kaybettik" diyecek politik masalar için mi?
Gündemler arası, açlık grevinin kaçıncı günde olduğunu saat 12'yi devirir devirmez hatırlatan aktivist heyecanlılar için mi?
Ölüme uzanmayı, geride bırakacaklar için akıl edenlerin canlarına dair yükseldikleri kayıtsızlığa başta da dediğim gibi lafım olamaz. Ama şimdi "Ne işe yarayacak?" diye sormak istiyor insan. BDP vekillerinin de akıl etmesi gereken soru. Savaşsa, savaş. Madem insan kaybedeceğim ve şimdilik bu bitmeyecek gibi duruyor o vakit ölülerimi de seçe seçe, kılı kırk yararak veririm. Dağda olan başka, kentte olan başka, mahpusta olan başka ama ölüm bu kadar da olasılıklar arasında baş sıraya oturtulur mu?
Adalet Bakanlığı'ndan bir heyet oluşturması ve müzakerelere oturulması isteniyor. Olmadı diyelim. Ne olacak? "Öcalan'ın çağrısıyla bu iş biter" deniliyor.
Öcalan'ın bu yaşananlardan haberi var mı bilmiyoruz. Şayet bu yöntemi onaylarsa sonuçları her ne olursa olsun 1000 kişinin açlık grevinde olduğu söylenen şu günlerde bu sayının kat be kat artacağından eminiz. Geldik mi çıkmaz sokağa. Var mı bir fikri olan şimdi?
"Ne işe yarayacak?" Varsa bir cevap, diyeceğim ki "ölüm yalnızca ölüleri ilgilendirir"* bir yanıyla, tamam. Ama ölüme yatan, ardındakileri düşünerek bu eyleme kalkışıyorsa ve bu eylem amacına ulaşmamışsa, mezarlarının başında tarifsiz bir boşluğa düşmez mi insan? Sorular, sorular, sorular... Bir doğru bir yanlışın içinde, bir yanlış bir doğrunun içinde. Birini birinden ayırmaya çalışırken kopuk ve eksik geliyor eline. Ayırmak zor, ayırdığına bakıp ele güne karşı hem de "biz" içinde, yargısı kesin cümlelerle yöntemi tartışmak daha da zor.
* Birgül Oğuz'un, HAH adlı kitabından.