Bazı inanışlarda var olduğu rivayet edilen Yedi Uyurların hikayesini çoğumuz biliriz. Hikaye şöyledir: Yaşadıkları toplumla dini inançları ters düşen ve birtakım düşmanlar edinen Yedi Uyurlar, bir gün bir mağaraya kapatılarak ölüme terk edilirler. Bu mağarada bir tür ölümsüzlük uykusuna dalarlar ve üç yüz yıl kadar kesintisiz geçen bir uykudan sonra ansızın uyanırlar. Mağaradan çıktıklarında her şeyin değiştiğini görürler. Ne var ki, bir tek kendileri değişmemiş, uykuya daldıkları gibi uyanmışlar, zaman onlar için ve insanlık için farklı deveran etmiştir.
Rivayet de olsa, hisseden kıssaya; insan için, insanlık için nedir ki zaman?
İnsanlık tarihi boyunca zaman, onu anlamaya ve hesaplamaya çalışan bilim ve düşünce insanlarını meşgul eder. Newton, Einstein, Aristoteles, Platon, Kant, Hegel gibi dünya tarihine fikirleri ve çalışmalarıyla derin izler bırakmış pek çok kişi zaman kavramı üzerine kafa yorar, kalem oynatır. Kimi onun mutlak olduğunu söyler, kimi insandan insana değiştiğini, dolayısıyla göreceli olduğunu iddia eder. Kimi evrendeki maddelerin hareketlerine göre ölçülebilir olduğundan bahseder, kimi ise insanın belleğinin yaptığı değerlendirmeye göre şekil alacağını ileri sürer.
Zaman, insanlığın doğayla iç içe olduğu ilk çağlarda ve skolastik düşüncenin egemen olduğu orta çağlarda, güneşin hareketine ve gece gündüze göre tanımlanan, belirli periyotlarda tekrarlanarak başa dönen, dinsel ritüelleri düzenleyen döngüsel bir kavramdır. Ne var ki, aydınlanma çağında dini dogmaların yerini akılcılığın almasıyla, daha sonra da sanayi devrimi sonrasında takvimlerin ve ilk saatlerin ortaya çıkmasıyla birlikte zaman, daima ileriye seyir alan, adeta bir nehir gibi hep bir sonraya, meçhul bir geleceğe doğru akan bir kavrama dönüşür. Üstelik artık zaman yalnızca günlük hayatın ritmini düzenleyen bir değer değil, fabrika sahipleri için çalışma saatlerini simgeleyen, fabrikalardaki işçilerin daha çok çalışmaları için kullanılan bir araç, kapitalizmin lokomotifidir de.
19. yüzyıl ve sonrasında kentlerdeki nüfus çoğaldıkça, üretim ve tüketim hızı arttıkça, dahası dinsel ritüeller sosyal yaşamdan yavaş yavaş çekildikçe, modern insanın yaşamı daha hızlı bir hale gelir. Modernizm, geçmişi hatırlamasına veya şimdiden haz almasına izin verilmeyen, gelecek için çalışmayı, beklemeyi düstur edinen, saat denen aygıtı hayatının merkezine yerleştiren kendi bireyini yaratır.
Bir yandan modernizm insan aklını yegane kıble olarak gören “modern bireyini” nefer olarak şehir hayatındaki tek tip yaşam formlarının içine salarken, diğer yandan Henri Bergson gibi filozoflar, aklın insanın etrafındaki tüm gerçekliği kavraması için yeterli olmayacağını, insanın sahip olduğu sezgilerin de en az akıl kadar önemli olduğunu ileri sürerek buna karşı çıkarlar. Nitekim filozofların ayrımını yaptığı bu sezgi ve akıl karşıtlığı, zaman kavramına dair farklı fikirlerin de doğmasına yol açar. Bergson ve ardılları, sayılarla hesaplanabilen bir zaman kavramına değil, insanın algısının şekillendirdiği, ölçtüğü bir zaman algısına paye verir. Onlar, modernizmin amaç edindiği gibi geçmiş zamanı bir daha dönmemek üzere geride bırakmaktan değil, geçmişi de, şimdiyi de, geleceği de insan ruhunda muhafaza etmekten yanadır. 1
Zaman kavramı tıpkı filozoflar kadar edebiyatçıları da bir hayli meşgul eder. Bilhassa 20. yüzyılın en özgün yazarlarından Virginia Woolf ve Marcel Proust, Bergson’un bu insan sezgisiyle değerlendirmeye çalıştığı zaman kavramını edebiyatlarının merkezine alırlar. Keza Woolf’un romanlarında zaman, olay örgüsünü takiben doğrusal şeklinde ilerlemez. O, karakterlerin deneyimlerini anlatmak için zamanın içindeki “anları” gelişi güzel yakalar ve okuru sarsacak bu “anları” metinde ustalıkla anlatır. Clarissa Dalloway isimli baş kahramanının vereceği parti öncesindeki on iki saatlik zaman dilimini anlattığı kült romanı Mrs. Dalloway’de, , bir zamanlar evlenmeyi düşündüğü adamın Paris’e gelmesiyle birlikte Clarissa’ın geçmişi hatırlamasıyla anlatı şekillenir. Woolf burada kullandığı anlatım tekniğiyle şimdiki zamanı, geçmişin, yaşanan anın ve geleceğin biriktiği ve yorumlandığı bir uzama dönüşür. 2
Aynı şekilde Proust’ta da zaman eserin akışını etkileyen, olayların sırasını belirleyen bir öğe değil, adeta bütün bir yaratının öznesidir. Proust yedi ciltlik çok karakterli ve çok olaylı romanı Kayıp Zamanın İzinde’de, artık sadece bellekte var olan, şimdiki zamandan uzaklaşmış bir zamanın peşindedir. Kah hayal dünyasında yaratarak, kah otobiyografik malzeme kullanarak anlattığı olaylar ve karakterler adeta zaman kavramını sorgulamak için araçtır. Anlatıcı, anlatısında geçmiş zamanı yeniden yaratarak geçmişin hazlarını duymanın ihtiyacındadır. Algı, şimdiki zamanı yaşamak için değil, bellekteki imgeleri harekete geçirmek için etkindir. Proust için ne şimdiyi duyumsamak, ne de geleceğe dair hayal kurmak önemlidir. O, romanlarında sahip olduğu zamanı, geçmişi yeniden yaşamak için kullanır. Bir fincan çaya batırılan madlende olduğu gibi etrafındaki nesnelerde ekseriyetle geçmiş zamanın izlerini bulmaya çalışır.3
Bizim edebi kültürümüze bakarsak şayet, tıpkı Proust ve Woolf gibi Bergson’un zaman felsefesinden etkilenen Ahmet Hamdi Tanpınar’da da, şimdiki zaman, geçmiş zamanın bir yayılımı, yeniden hatırlanışıdır. Tanpınar da geçip giden bir zamanı yakalama, geçmişin hazlarını hatırlama yoluyla yeniden var etme arzusundadır. Ne var ki, Woolf ve Proust anlatılarını bireysel bellek üzerine kurarken, Tanpınar toplumsal belleği anlatmayı seçer. Onun romanlarında yarattığı karakterlerin kendi deneyimleri üzerinden geçmiş zamanı yeniden var etmeleri, toplumsal değişimi gösterme, kimi zaman hicvetme amacı güder.
Bir imparatorluğun yıkılıp yerine yeni bir ulus devletin kurulduğu, geçmişi reddederek top yekun bir modernleşme projesine girildiği bir coğrafyada, çağdaşı olan pek çok aydın bu dönüşümün toplumsal travmaları üzerine kalem oynatırken, Tanpınar’ın da toplumsal meseleleri yazın kariyerinin çerçevesi yapmış olması gayet tabiidir. Türkiye’nin modernleşme serüvenine dair yaptığı eleştirilerin yanı sıra, başkentin Ankara’ya taşınmasından sonra yıkık bir imparatorluğun mahzunluğunu taşıyan İstanbul’un ve Boğaziçi’nin eski saltanatlı günlerine dair duyduğu özlem de Tanpınar’ın romanlarında satır aralarından okuyucunun zihnine sızan duygulardan biridir. Neredeyse karakterlerinden biri haline getirerek İstanbul’u anlattığı Huzur adlı romanının yanı sıra, Sahnenin Dışındakiler’de degeçmişe, eski medeniyete ve İstanbul’un saltanatlı günlerine dair özlem anlatıya hakimdir.
Mahur Beste romanında ise, romanın başkarakterinin gördüğü bir rüyayı anımsamasıyla anlatı şekillenir. Mahur Beste’de de tıpkı Huzur’da olduğu gibi olduğu gibi duran, değişmeyen ve istenildiği takdirde bellekte tekrar yaşanan bir geçmiş zaman vardır. Proust’ta olduğu gibi Tanpınar’ın bu üç romanında da karakterlerin etrafındaki eşyalar veya gidilen yerler, geçmişi ortaya çıkaran araçlardır.
Tanpınar bahsi geçen romanlarında karakterlerinin gözüyle toplumu eleştirir, geçmişe dair özlemlerini dile getirir. Buna karşın Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli romanındaki zaman ise, diğer romanlarındaki gibi yalnızca geçmişe dair anıları şimdiki zamana taşıma çabasından ziyade, modern insanının zaman karşısında acizliğini ve gülünçlüğünü anlatmak için romanın kendisini araç haline getiren bir kavramdır. Roman karakterlerinden Hayri İrdal’ın kurduğu Saatleri Ayarlama Enstitüsü toplumu eleştirmek için kullanılan bir metafordur. Tanpınar, roman boyunca modernizmin aygıtlarından biri olan zamanın, Doğu’yu ve Batı’yı temsil eden karakterleri üzerindeki etkilerini sorgular.4
Bu arada Tanpınar’ın zaman konusundaki bakış açısının sanatına yansımasından ilham alınarak hazırlanan, kendi alanında önemli işlere imza atmış çok sayıda sanatçının zamanı algılamasıyla ortaya çıkan eserlerinin bir araya getirildiği Sanatçı ve Zamanı adlı sergi bir süredir İstanbul Modern’de sergileniyor. Eğer henüz gitmediyseniz, eserleri sergilenen sanatçıları daha yakından tanımak, her birinin zaman hakkındaki fikirlerini anlamak ve Tanpınar’ı bir kez daha anmak için sergiyi bir an önce gezin görün derim.
1- Paul Ricceur, zaman olayörgüsü üçlü mimesis, Yapı Kredi Yayınları, 2007, İstanbul,
2- Virginia Woolf, Mrs. Dalloway, İletişim Yayınları, 1999, İstanbul
3- Mehmet Rıfat, Marcel Proust ya da Bir Roman Yaratmak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, İstanbul
4- Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul