"Anneannem, ‘Kürtçe kalbin dilidir’ derdi. Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı ve parlak. Bizim dilimizse acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin ve acının yükü var."
William Saroyan, 1938’de yazdığı ‘Yaşayanlar ve Ölüler’ adlı kitabında böyle der. Bu yazıyı yazarken “Kürtçe kalbin dilidir” cümlesi aklımda hep dolaşıp durdu.
William Saroyan, Bitlis’ten göç etmiş Ermeni bir ailenin, Amerika da doğan ilk ferdi olarak 31 Ağustos 1908’de Kaliforniya Eyaleti’nin Fresno kasabasında dünyaya gelir. Adını, babasının isteği üzerine, Amerika’ya gelişlerinde kendilerine yardım eden bir doktorun anısına “William” koyarlar. Bir Presbiteryen rahibi olan babası, William üç yaşındayken ölünce, annesi, William ve üç kardeşini yetimhaneye vermek zorunda kalır. Yetimhanede geçirilen beş yıldan sonra çocuklar annelerine kavuşarak Fresno’da yeniden bir araya geldiler.
Saroyan okula başlar, bir yandan da çalışmak zorundadır. Hayatın güzellikleri yanında zorlukları ile tanışır. Hayatı en başından beri zor olmasına rağmen asla pes etmez. Erken yaşta içselleştirdiği kurallar onun yaşamının önemli dönüşüm noktası olur. Okulda yaşadıklarını şöyle dile getirir; “Birinci kuralı 11 yaşımda bozdum ve sınıfta vakitsiz düşünüp konuştuğum için de derhal eve gönderildim. Defterime, “Başkalarının buldukları kurallara hiç aldırma” diye yazar. “Onlar bu kuralları kendi selametleri için bulmuşlardır, böyle kuralların cehenneme kadar yolu var..” derken, o gün çok öfkelidir. Birkaç ay sonra, heyecan uyandıran ikinci kuralı keşfeder. Kural şu idi; “Edgar Allen Poe’yu da, O.Henry’yi de unut, hikayeleri içinden geldiği gibi yaz…Senden önce kim ne yazmışsa hepsini unut.”
"Benim işim yazmak"
Saroyan "Benim işim yazmak, yazmak yaşamak demektir" kuralına sıkı sıkıya bağlı kalır. Kendisini edebiyata sürükleyen isim Guy de Maupassant olur. Yazarken hızlı ve verimli olabilmek için daktilo dersleri aldığı Fresno’daki teknik okulda, henüz 14 yaşındayken okul kütüphanesindeki öyküler antolojisinden Guy de Maupassant’ın “Çan” öyküsünü okur. William Saroyan’ı yazar yapan o öykünün etkisi çok olmuştur. Guy de Maupassant, “Kendi öykünü anlat ve taraf tutma” demişti. Daha sonra kendi kendisine şöyle der; "Taşlara kazınmış çiviyazılarını, Rosetta Taşını hatırla. Yazdığın zaman, onların taşlara geçmesi gerektiğini düşün, öyle yaz." Eğitim sistemiyle yıldızı bir türlü barışmayan Saroyan on beş yaşında okulu terk eder ve gazete satıcılığına başlar. Posta dağıtıcılığı, garajda araba yıkayıcılığı, demiryolu işçiliği ve cenaze işlerine varıncaya dek insana pek de ilham vermeyen birçok işte çalışır.
Asıl hedefi yazar olmaktı. Bunun için öyküler yazıyor ancak Öyküleri editörler tarafından geri çevriliyordu. Yazmaktan neredeyse vazgeçmek üzereyken, açlıktan ölmek üzere olan genç bir yazarı anlattığı “Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam” adlı öyküsü Story dergisi tarafından 1933 yılında kabul edilir. Bu, Saroyan için bir dönüm noktası oldu. Derginin editörlerinden hiçbir davet almadığı halde onlara, 1934 yılının ocak ayı boyunca her gün yeni bir öykü göndereceğini yazar ve gönderir. Kısa sürede öyküleri The American Mercury, Harper’s, The Yale Review, Scribner’s, The Atlantic Monthly gibi dergilerde yayımlanmaya başlar. Derginin olumlu yanıtı, öykülerin kısa bir süre sonra kitaplaşması (1934) ve kitabın beklentileri kat kat aşan bir ilgi görmesi genç yazara beklenmedik bir ün getirir. Öyküleri hedefini bulur. Kitabı o yılın en çok satan öykü kitabı olunca, Saroyan ismi edebiyat dünyasında bomba gibi düşer. En başarılı öykü ve oyunlarını bu çıkışı izleyen on yıl içinde yaratır. 1939 yılında yayımlanan Yaşamak Vakti kitabı, Pulitzer ödülünü kazandıysa da, Saroyan ticaretin sanata doğrudan para aktarmasını kabullenemediği ve eserinin diğerlerinden ne daha iyi, ne daha kötü olduğunu söyleyerek ödülü rededer.
1940’lı yıllarda yazdığı İnsanlık Komedisi başka bir kopuşa yol açar. Yapıtı önce senaryo olarak kaleme alan Saroyan, Hollywood’la yorumda anlaşmayınca satış bedeli olan altmış bin doların üstüne tazminat da ekleyerek geri verip, yapıtının haklarını yeniden devralmak ister. Buna yanaşmayan stüdyonun, Mickey Rooney’le çektiği film büyük bir ticari başarı kazanır ve senaryo Oscar’la ödüllendirilir.
Sancılı askerlik günleri
William Saroyanın askerlik süreci de oldukça sancılı geçer. Saroyan silahlı kuvvetler bünyesinde öyle çarpıcı bir uyumsuzluk örneği sergiliyordu ki, bir ara deli olabileceği gerekçesiyle göz altına alınır. Müttefik devletler sonunda çareyi, onu askeriyeyi konu alan bir roman yazmakla görevlendirmekte bulur. Böylece meşgul olacak, ayak altında dolaşmayacak. Kendisine erken terhis ve kitabın yayımı sözü verilir. Ama ortaya çıkan yapıt (Wesley Jackson) ordu açısından yenilir yutulur cinsten olmadığı için, verilen izin geri alınır ve kitap ancak ikinci dünya savaşının bitiminden sonra basılır. (1946)
Bütün bu hengame arasında Sarayon uluslararası sosyetenin yükselen isimlerinden Carol Marcus’la evlenmeye vakit bulur. Hem de bir değil, iki kez. İki seferinde de gürültülü bir şekilde, boşanmayla sona eren bu birliktelikten Aram ve Lucy adlı iki çocukları olur. Çocuklarının isimleri rastlantıyla seçmez. Aram, Sarayon’ın sevdiği, kendisine ait olmasını istediği için, Lucy ise anneannesinin ismi olduğu içindi.
“Ben çevremle Amerikalıyım. Bir Ermeni olarak doğdum, Ermeni’yim. Ama Kaliforniya benim evim. Birileri “Kaliforniya sizin için ne ifade ediyor?” diye sormuştu. Ben de dürüstçe, “Anavatanım, ona derinden bağlıyım” demiştim. Hayasdan (Ermenistan) kadar mı? diye sorunca da, “Evet, Hayasdan ve Bitlis kadar” ” diye cevap verir. Saroyan Fresno’da doğduğu halde, yakın arkadaşlarıyla birlikteyken hep Bitlisli olduğunu söyler. Bu, güçlü bir bağ, bir çeşit gurur kaynağıydı onun için. Hafızanın geri gidebildiği noktaya kadar, büyüklerinin memleketi aynı zamanda kendisinin memleketiydi. Bitlis, William Saroya’nın düşünce aleminde hiç abartısız en önemli yeri işgal ediyordu. Günün birinde, ata baba yurdu Bitlis’i, Bitlisli Fikret Otyam, Bedros Zobyan ve Ara Güler ile gezer.
Bitlis hakkında yazmak
Bitlis hakkında yazmak acı ve kayıplarla dolu bir geçmişin izlerinden dolayı zor bir çalışmaydı. Bitlis her şeyden önce, Saroyan henüz üç yaşında iken ölen, 36 yaşında şansız bir çiftçi, papaz ve şair olan babası Armenak’ın memleketiydi. Bitlis’i hiç görmediği halde, annesinin, dayılarının, özellikle de anneannesi Lusıntak’ın sürekli tekrarladığı ayrıntılı tasvirler sayesinde, şehrin, zihninde daima canlı tutmayı başarır. 1942 yılında yazdığı Babamın Bitlis’teki Çocukluğunu Bilen Adam öyküsü, civardaki Gultik köyü, Dzabırgor’daki çeşme gibi öyküde belirtilen yerler, sonraki eserlerinde de yer alır.
Bitlisi görünce, “yaşanacak güzel bir yer, güzel manzara, güzel Bitlis, çiçekler güzel, her şey güzel” der. Kendisini karşılayan, törenler düzenleyen Bitlislilere “Şuradan biraz oturup Bitlis’te olduğumu anlamak istiyorum. Bu benim için çok önemlidir. Bir Bitlisliden, Bitlislilere selam…Bir Amerikalıyım ama bir Bitlisli olduğumu hiçbir zaman unutmadım” der ve devam eder; “Şayet bir söz söylemek gerekirse şöyle diyeceğim; Namuslu ve iyi kalpli Bitlisliler…Burada olabilmemin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu tarif etmem imkansızdır. Benim Bitlis’e yetişmem bir mucizedir, inanın…. Hayatım boyunca buralar hakkında konuşmalar duydum. Buraya gelmeyi arzu ederdim. Nihayet ulaştım… Tek bir endişem vardı, acaba Bitlis, düşündüğüm gibi değil mi? Şu an nasıl memnunum, anlatamam. Endişelerim gitti. Evime geldiğimi farz ediyorum. Hemşerilerim ve bütün dostlarım burada. Beni bu kadar içten, sevgiyle karşıladığınız için teşekkür edecek kelime bulamıyorum…Artık yerime oturacağım, bana izin verin.”
Saroyanların evi nerededir?
Bitlis’e gelmişken, “Saroyanların evi yıkılmış da olsa nerededir?” diye sorar ve onu evlerinin olduğu yere götürürler. Burada oturur ve fotoğraflar çeker. Van gölünün kıyılarına gittiğinde ise, gölün pırıltılı suskun bir şekilde uzayıp gittiğini sessizce izler. Gölün kıyısında yürür ve dalgaların ayakların altına kadar gelişine aldırmaz. Gevaş kaymakamın davetiyle gittiği yerde şair Gülten Akın ile tanışır. Sohbet şiir ve edebiyat üzerine derinleşir. Gülten Akın’ı dinleyen Saroyan evden getirtilen kitabını görünce çok sevinir. Türkiye’de, Van’ın Gevaş ilçesinde kendisine uzatılan Açlık adlı oyun kitabının ilk sayfasına, bir Türk bayan şairi için şu satırları yazar;
"Türk şairesi Gülten Akın’a içten selam ve şiirlerine hayranlığımla…. Bütün Türk yazarlarına en yakın sevgi ve bu küçük piyesi çeviren kız kardeşinin eşine teşekkürler….. Samimiyetle..W.Saroyan”
Saroyan'ın bu küçük piyesini şair Ali Püsküllüoğlu dilimize aktarmıştı. Pusküllüoğlu’nun Gülten Akın’la akraba olmasına kocaman bir “Veri nice” çeker Saroyan. O, kendisini anlayan, bilen, ağırlamak isteyen bir çevre içindeydi. Şair Gülten Akın Sorayan’a kendi şiir kitabı olan “Rüzgar Saati”ni armağan eder. Oradan ayrılırken, Saroyan hem arabayı kullanır, hem de kitabı anar. Yanında oturan Ara Güler’e dönerek; “ Ara! O kitabı açıp yavaş yavaş bir şiir okusana. Bakalım kulağıma nasıl bir müzik gelecek.” Saroyan Türkçe bilmiyor olmasına rağmen, şiirin ses uyumunu ve müzikaletisini dikkatle dinler.
1964 ilkbaharında Bitlis’e giden Saroyan yaşadıklarını yazıya dökmekte uzun bir süre zorlandığını daha sonra itiraf eder. Geziden birkaç ay sonra, 22 Eylül 1964’te, yol arkadaşı Bedros Zobyan’a şöyle yazar, "Büyük bir geziydi, şimdiye kadar yaptığım en önemli gezi ve keşiflerden biriydi, ama benim için bunu yazmak çok çok zor. Bu yüzden hemen yazmaya çalışmayı planlamıyorum.” Bitlis oyunu, Saroyan’ın 1964’te bu şehre yaptığı yolculuğu anlattığı bir seyahat öyküsü olur. Oyun 1975 te, 23 Mart Pazar sabahından 29 Mart Cumartesi sabahına kadar, yedi gün içinde yazılır. Yedi sayfanın her birine ortalama yirmi sekiz dakika ayrılan oyun, toplam üç buçuk saatte yazılır.
Ara Güler
Saroyan, köklerine ve atalarının kültürüne bağlılığı nedeniyle 1935’te, Avrupa gezisinin bir durağı olarak Sovyet Ermenistan’ını ziyaret etmiştir. 1978’deki üçüncü ve son ziyaretinde, yetmişinci yaş gününü de dostlarıyla birlikte orada kutlar.
Ara Güler, 1974 yılında ABD’nin 200. kuruluş yıldönümü için ülkeyi baştan başa dolaşarak sanat ve bilim insanlarının portrelerini çekmiş ve “Yaratıcı Amerikalılar” adlı sergiyi hazırlar. Bir tiyatro yazarı olan Tennessee Williams ile Barselona’da birlikte yürürken, “Dünyanın en büyük oyun yazarı kimdir?” diye soru sorar. Williams hiç duraksamadan, “William Saroyan” der. Ara Güler bu konuşmayı anlatırken "Bunu söyleyen benim için dünyanın en iyi diyalog yazabilen adamıydı. O ise en iyi diyalog yazarı Saroyan’dır diyordu." 1975'te serginin katalogunu yaparken onun fotoğrafının altına şu satırları yazar; "Oturduğunuz mahallenin küçük insanlarını tanır mısınız? Örneğin İspanya’da iseniz, komşunuz küçük ayakkabı boyacısını, Paris’te iseniz Rue La Fayette’nin köşesindeki derici ustasını veya Kopenhag’daki dondurma satıcısını. Eğer siz bunların hiç birini tanımıyorsanız, W.Saroyan tanır hepsini. Hem de tüm dünyaları ile.. Fresno’da doğmuş ama tüm dünyanın adamı olmuş. Onun bakışı ile insanlara bakmak, dünyayı ikinci kez keşfetmekten daha üstün bir şeydir. Çünkü Saroyan en küçük şeyin en önemli şey olduğunu öğretir bize.”
Saroyan bir süre Paris’te yaşadı. İçki ve kumar alışkanlığı yüzünden inişli çıkışlı bir grafik gösterse de elli seneyi aşan, başarılı ve üretken bir kariyer ortaya koydu. Hayatı boyunca altmışı aşkın kitap (öykü, oyun ve roman) yazdı. Düz yazıda kendine özgü bir tarz yarattı. Akıcı ve coşku dolu bir edebi tarz yarattır. Edebi üslubu kendi adıyla “Saroyanesque” olarak anıldı. Kendisinin de söylediği gibi, öykülerinde tek bir şeyi anlatır Saroyan; insanı. O olayları değil, insanları merak ediyordu. Çok soru soran Saroyan’ın yazılarında küçük dünyalardaki büyüklükleri çok rahat anlatılmaktadır. Okuyucu kısa cümlelerin ve kısa sessizliklerin içinde büyük bir dünya birikimi saklı olduğunu keşfeder. Yazarken içten ve yalındır. Onun eserlerinde, süslü tabirler, söz oyunları aramak boşunadır. Asıl olan, öykünün bütünü ve konudur.
Sarayon’ın tiyatrocu kişiliği üzerine kapsamlı bir araştırmanın yazarı olan John Whitmore’a göre; "yetimhane deneyiminin, psikolojisinde bıraktığı olumsuz tortu, başarısız bir evlilik, orduda ve tiyatro çevresinde 'yalnız adam' sendromunun getirdiği sorunlar, başlarda neredeyse çocuksu bir iyimserliğin egemen olduğu yapıtlarını karartmaya başladı." der.
Sonuç olarak; Saroyan derken şunları aklımızdan çıkarmamız gerekir.
Birincisi Ermeni kimliğinin, kültürünün etkisi.
İkincisi Ermeni trajedisinin, felaketinin Saroyan yazınına vurduğu damgadır. “Ekmeksiz, susuz evlerinden çöle sürülen” İsimli yazısında bir halkın acısını vurgular.
Üçüncü nokta ise, suçlularla birlikte masumları da karalamak, aydın kişiye yakışan bir tutum değildir derken insanlık suçunu Türklerle değil, insanlığın içinde olan kötülükle özdeşleştirmesidir.
Bitlis bölgesinden ayrıldığı sabahtan tamı tamına 17 yıl sonra, 18 Mayıs 1981 yılında, doğduğu yerde, Fresno’da öldüğünde, adı Amerikan edebiyatının en iyi kısa öykü, roman ve oyun yazarları arasına çoktan yazılmıştı. Ölüm haberi üzerine ajanslar onun şu sözünü dünyaya duyurdular; "Herkes ölmek zorunda, ama benim için bir ayrıcalık tanınacağını ummuştum hep. Ne olacak şimdi?" (NG/HK)
Kaynak: Amerika'dan Bitlis'e, William Saroyan, Aras Yayınları