Dünyanın en büyük şirketlerinden Volkswagen’in, arabaların karbon emisyonuna ilişkin verilerde sahtekarlık yaptığının ortaya çıkması şaşırtıcı oldu. Aslında şaşırtıcı olan, yolsuzluğun çok rafine yöntemlerinin geliştirildiği bir zamanda, vergi iadesi alabilmek için ihracatını yüksek gösteren tüccar, hatta peyniri hileli teraziyle tartan bakkal gibi kaba usullerin kullanılması olmalıydı.
Ortaya çıkan skandal bütün ekonomi çevrelerini ama doğal olarak en çok da Almanyayı etkiledi. Almanya’nın Ekonomi Bakanı Wolfgang Schauble bu durumu, dünya pazarında giderek artan açgözlülüğün bir sonucu olarak niteledi. “Bu aynı zamanda takdir edilme ve şöhret açlığı. Hayrete düşüyoruz ve her defasında nasıl sonuçlandığını görüyoruz” dedi.
“Açgözlülük” tanımlaması pek yabancı gelmiyor. 2008’de, krizin başladığı sıralarda çok tekrarlanmıştı bu laf. O zamana kadar adını bilmediğimiz Lehman Brothers, Fannie Mae, Freddie Mac, Bear Stearns gibi finans kuruluşlarının CEO’ları da açgözlü olmakla suçlanmışlardı.
Krizden önce ekonomik canlılığı muhafaza amacıyla faizler olağanüstü ölçüde düşük tutulmuştu. Kredi almanın kolaylaşması spekülatif faaliyetlere yol açmıştı. Finans kurumları her önüne gelene kredi dağıtınca, sırf sonradan yüksek fiyattan satmak için konut alanlar, hiç parası olmadığı halde fırsat bu fırsat diye konut sahibi olmak isteyenler derken işsizlerden öğrencilere kadar herkes kredi almıştı. Geri ödeme şansı düşük ipotek kredilerine “toksik kağıtlar” adının verildiği kriz patladıktan sonra öğrenilmişti.
Her şey anlaşıldığında konut fiyatları çoktan düşmüştü. Bankaların ve mortgage kuruluşlarının büyük risk aldığı ortaya çıktı. Konut fiyatları düştükçe ipotekler o kadar yüksek kaldı ki, kredileri ödeme gücü olanlar da ödememeye başladılar. Geri ödenemeyen krediler arttıkça bu kuruluşların sermayeleri erimeye başladı. Kimisi battı, kimisini de devlet kurtardı.
Amerika başta olmak üzere bütün dünyanın ekonomi çevreleri finans kuruluşlarının CEO’larını açgözlülükle suçladılar. Daha çok para kazanmak için tedbirsiz davrandıklarını ve bütün bir finans sistemini krize soktuklarını söylediler. O zamana kadar ekonomik krizlerin çıkışını güneşteki lekelere bağlayan bile çıkmıştı ama açgözlülük akla gelmemişti, değerli bir katkı oldu.
Aslında açgözlülük suçlamasını krizden önce, başka bir bağlamda, Enron skandalında da duymuştuk. ABD’nin en büyük yedinci şirketi olan Enron, 2002 yılında aniden iflas etmişti. Şirketin hisse senetlerinin muhasebe oyunlarıyla, türev ürünlerle gerçek değerinin çok üzerinde gösterildiği, zararların gizlendiği, bağımsız denetim firmalarına rüşvet verildiği, şirket yöneticilerinin maaş, prim vs yoluyla kendi servetlerini büyüttüğü ortaya çıkmıştı. Enron skandalı da koca bir şirketin CEO’ların açgözlülüğü yüzünden batırılması olarak tarihe geçirilmişti.
Bütün bu sorunlar ortaya çıkarken, öfke genellikle CEO’lara yöneliyor. CEO’lar açgözlü olmakla suçlanıyorlar. Fakat burada tuhaf bir durum var. CEO’lar (chief executive officer) büyük şirketlerin en üst düzey yöneticileri yani piyasayı yapan insanlar. İlle de teoriye uygun tanımlanacaksa, piyasanın taraflarından biri diyelim. Piyasanın işleyebilmesi için bu insanların piyasa sisteminin temel varsayımlarına uygun kişiliklere sahip olması gerekir.
Aşağı yukarı iki yüzyıldır bilinir ki, piyasalarda yer alan ve piyasaların işlemesini sağlayan bireyler “homo economicus” adı verilen bir modele uygun şekilde davranan –ya da daha doğrusu o şekilde davranması gereken- tiplerdir. Piyasanın ancak bu şekilde işlevini yerine getireceği ve toplumsal faydayı artıracağı varsayılır.
Homo economicus, bütün amacı her durumda en çok geliri elde etmek olan bir tiptir. Akılcıdır, piyasanın işleyişine ilişkin her türlü bilgiye sahiptir, her şeyi talep eder, en düşük maliyetle elde ettiği faydayı en üst düzeye çıkarır. Başka hiçbir şeyle ilgilenmez. Homo economicus’a toplumsal ve kültürel değerlerin katılmasının modeli gerçekçilikten uzaklaştıracağı hatta birey olmaktan çıkaracağı savunulmuştur.
Açgözlülük homo economicus’un en temel özelliğidir. Piyasayı, piyasa ilişkilerini savunan, toplumsal faydanın piyasa yoluyla artırılacağına güvenen kişilerin piyasada yer alan bir aktörü açgözlülükle suçlaması ciddiye alınamaz. Bir CEO elbette açgözlü olacaktır, zaten açgözlü olmadan o pozisyona gelmesi mümkün olmazdı. Açgözlü olduğu için açgözlü hisse sahiplerinin karlarını maksimize etme kabiliyetine de sahip olduğu düşünülecektir.
Zaten karlılığı yüksek, piyasada iyi iş yapan bir firmanın CEO’sunu açgözlülükle suçlamak kimsenin aklından geçmez. O süre zarfında CEO efendi efendi kendi işini yapmaktadır. Açgözlülük işler kötüye gidince göze batar.
Oysa başlangıçta durum böyle değildi. Şirketlerin devasa boyutlara ulaşması patronların her işe koşturmasını olanaksız hale getirmiş ve işlerin büyük bölümü şirkette oluşturulan bir bürokratik/teknokratik kadroya bırakılmıştı. Teknolojinin, ticaret ağlarının gelişmesi şirketlerin daha da büyümesini, şirket evliliklerini, ortakların artırılmasını, hisse senetlerini gündeme getirdi. Bu durum da şirket yönetiminde profesyonellerin ağırlığını ve önemini artırdı. Zamanla birçok şirket artık belirli bir patronu olmayan, kağıt üzerinde binlerce hisse sahibinin mülkü olarak görülen varlıklara dönüştü. Artık şirketlerin “sahipleri” değil, yöneticileri her şeyi kontrol ediyordu.
Yeni durum genellikle olumlu bir gelişme olarak sunuldu. Teknokrasi kavramı öne çıkarıldı. Kapitalizmin insanileşme eğilimini gösterdiği düşünüldü. Şirketlerin artık sadece kendi karını düşünen patronlar tarafından değil, toplumsal dengeyi sağlayacak teknokratlar tarafından yönetileceğini söyleyenler çıktı.
Sweezy ve Baran, Amerikan İktisat Derneği’nin 1956 yılında yayınladığı bir yazıyı şöyle aktarıyorlar; “Malsahibinin vekili olarak, yönetim, yapılan yatırıma karşılık elde edebileceği en fazla şeyi artık istememekte, kendini hissedarlara, işgörenlere, müşterilere, halka, en önemlisi, bir kurum olarak şirkete sorumlu görmektedir… Bu davranışa, bir bakıma, ‘sorumlu’ denebilir; burada hırs ve açgözlülük yoktur, şirketin toplumsal masraflarının büyük bir kısmı olan işçilere ya da topluluğa baskı kurma çabası yoktur. Çağdaş şirket ‘duygulu’ bir şirkettir.”
Bir yandan bu tür güzellemeler yapılırken, öte yandan gerçekçi kapitalistler böyle tavır takınan şirketlerle piyasada fiyatların belirlenmesinin bile mümkün olmayacağını söylüyordu.
CEO’ların kontrolündeki şirket yönetimlerinin kapitalizmin “temel içgüdü”sünü değiştirmediği görülüyor. Eski tip patronlar gibi davranıyorlar ama onlardan daha çok imkanları var. Eski tip patronlar gibi risk alıyorlar ama –belki de babalarının malı olmadığından- onlardan daha fazla şeyi riske sokuyorlar. Eski tip patronlar gibi yolsuzluk yapıyorlar ama onlardan çok daha fazla yolsuzluk yapma olanakları var.
Eski tip patronlara genel olarak iki çeşit suçlama yöneltilirdi. Birincisi, esas olarak sosyalistler tarafından, çalıştırdıkları işçileri sömürmekle suçlanırlardı. İkincisi, sosyalistleri de içeren ama daha geniş kesimler tarafından, ürettikleri malların fiyatı ve kalitesiyle halkı, tüketicileri soymakla suçlanırlardı.
2000’li yıllarda artık iyice görüldü ki bazı CEO’lar bunlara üçüncü bir yolsuzluk çeşidi eklemiş. Kendi pozisyonlarını korumak için türlü çeşitli yöntemlerle, muhasebe oyunlarıyla şirket karlılığını yüksek gösteriyorlar. Bu şekilde hisse senedi sahiplerini (bunlara, konuya bakışınıza göre, isterseniz şirketin sahipleri, patronları vs diyebilirsiniz) kandırıyorlar. Bu kandırma süreci gidebildiği kadar gidiyor, sonunda patlayınca genellikle hisse sahipleri bedel ödüyor.
Şimdi Volkswagen’in hisse senedi fiyatları düşüyor. Muhtemelen bir süre daha düşecek. Şirketin CEO’su istifa etti. Yönetimden birileri daha, belki de hepsi işten atılır. Yeni bir yönetim gelir. Seneye borsada şirket hisselerinin yükselmesi lazım, yoksa yeni yöneticilerin başına ne geleceği belli değil. Bakalım bunlar tokgözlü olmayı mı seçecek. (BD/HK)
* Fotoğraf: Volkswagen'in CEO'su Martin Winterkorn