Konsolosluk binaları ve içerisinde çalışanlar, ne kadar soğuk ve sevimsizler. Bu soğuk ve sevimsiz yapılar ve bu yapılar içerisinde çalışanlar, bana her seferinde sınırları hatırlatırlar. Aşılması zor, sorgulanması imkânsız sınırlardır bunlar. Bu sebeple, tıpkı sınırlardaki mayınlar ya da dikenli teller kadar iticidir her biri.
Haksızlık nedeni: Milliyet
Sınırları aşabilmek hiç de kolay değil. Üstelik sınırlardan geçebilmek için gereken vizeleri alma sürecinde, sırf kimliğinizden ötürü hiçbir şekilde sorgulayamayacağınız muamelelere maruz kalabilirsiniz. Haftalarca, hatta aylarca bekletilebilirsiniz; belgeleriniz görmezden gelinebilir; sizden saçma sapan işlemler yapmanız istenebilir, malvarlığınızın her bir detayını teşhir etmeniz beklenebilir; hamilelik testi yapmanız gerekebilir, terslenebilirsiniz; üstelik hiçbir sebep gösterilmeden seyahat etme hakkınız elinizden alınabilir. Karşı çıkabilmeniz ya da hakkınızı aramanız pek mümkün görünmez.
Konsolosluklarda maruz kalınan aşağılanmanın, ırkınızdan, ten renginizden, cinsiyetinizden, cinsel yöneliminizden ya da fiziksel yapınızdan dolayı maruz kaldığınız aşağılanmadan/ötekileştirmeden/ayrımcılıktan hiçbir farkı yoktur. Çünkü buralarda maruz kaldığınız haksız muamelenin tek sebebi ait olduğunuz milliyettir. Doğduğunuz coğrafya, içinde yaşadığınız toplum, ait olduğunuz vatandaşlıktır… Sırf bu sebeple (Tıpkı cinsiyetiniz ya da ten renginiz nedeniyle başınıza gelebileceği gibi) sınırlar size kapanabilir.
Haklar kağıt üstünde
Hâlbuki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 13. maddesinde bahsedilen ülkeden çıkma hakkından, dolayısıyla uluslar arası seyahat etme hakkından; 2. maddede belirtildiği gibi, sahip olunan vatandaşlığa, servete ve doğuştan gelen niteliklere bakılmaksızın herkes faydalanabilir. Üstelik 30. madde ile kesinleştirildiği gibi, bu hakların belirli bir devletin, zümrenin ya da ferdin elinden alınması söz konusu bile olamaz.
Maalesef bu haklar, çoğu haklar gibi sadece kâğıtlar üzerinde var olurlar. Çoğu haklar gibi, gerçekte sadece belirli devletler, zümreler ve fertler bu haklara sahiptir. Aslında insan denilen şeyin sınırları da bu devletleri, zümreleri ve fertleri kapsayacak şekilde daraltılmıştır. Çağımızın düşünürü Judith Butler’ın dediği gibi, bu sınırlar dışında kalanlar, “insan” tanımı dışında ya da “daha az insan” olarak görülürler. Dolayısıyla, bu ve diğer tüm haklar ellerinden kolaylıkla alınabilir. Diğer tüm insanlar, bu haksızlık karşısında derin bir sessizliğe ve görmezliğe gömülebilirler.
Hâlbuki sınırlardan geçebilmek gerekir. Sınırlardan geçebilmek, bizi bağlayan, tutsak eden diğer sınırları aşabilmek için elzemdir. Sınırlar geçilebildiği sürece, kişiyi, kişinin içinde bulunduğu toplumu ve beraberinde tüm insanlığı bağlayan kördüğümleri çözebilecek fırsatlar doğar.
Kişi, hayatı boyunca, yaşadığı mahalleden çıkamayıp, bu mahallede saplanıp kaldığı sürece, diğer mahallelerin gerçekliğini tanıma ve yaşama imkânını kolay kolay yakalayamaz. Kendi mahallesinin gerçekliğinden çıkamadığı sürece, kendi mahallesini ve beraberinde tüm şehri ve tüm toplumu dönüştürecek olan aydınlanma gerçekleşemeyecektir.
İnsanlık sınırları aştıkça gelişiyor
İnsanlığa ivme kazandıran tüm gelişmeler, sınırların aşılabilmesiyle olmuştur. Tüm büyük düşünürler aynı zamanda hayatları boyunca ya da hayatlarının bir bölümünde, öyle ya da böyle evlerinden çıkıp yola koyulmuşlardır. Sadece düşünürler değil, sanata ve bilime yön veren hemen her isim mutlaka şehrini ya da ülkesini çevreleyen sınırları geçmiş; böylece zihnini ve yaratısını çevreleyen sınırları da aşabilmiştir.
Örneğin Desiderius Erasmus, tüm Avrupa’yı etkileyen düşüncelerini, doğduğu Rotterdam’dan çıkarak hayatı boyunca seyahat edebilmesi sayesinde geliştirmiştir. Seyahatleri sırasındaki karşılaşmaları ve aldığı eğitimler sayesinde, dinin düşünceler üzerinde kurduğu hegemonyaya karşı çıkarak güzel sanatların ve bilimin yayılmasını savunabilmiş, bunun için uğraşabilmiştir. Avrupa’da hümanizm, büyük oranda onun çalışmaları sayesinde yeşerebilmiştir.
Erasmus’un bu çalışmalarına bir saygı duruşu olarak, Avrupa Birliği ve Avrupa Serbest Ticaret Topluluğu ülkeleri ile Türkiye’yi kapsayan; bu ülkelerdeki öğrenci ve öğretim görevlililerinin sirkülasyonuna imkân sağlayan değişim programına ERASMUS ismi verilir. Bu program sayesinde, tıpkı zamanında Rotterdamlı Erasmus gibi, öğrenciler ve öğretim görevlileri ufuklarını genişletebilecek eğitim alma ve seyahat etme hakkını elde etmekteler.
Ancak bu ve benzeri anlaşmalar elbette yeterli değil. Nihayetinde ülkeleri çevreleyen surlar tüm aşılmazlığıyla varlığını sürdürüyor. Bu surların kapıları kimilerine açıkken, kimilerine zorlukla açılır ya da tamamen kapalı kalır.
Yine ERASMUS üzerinden örnek vermek gerekirse; bu anlaşmaya dâhil ülkeler arasında sadece Türkiye’nin vatandaşları bu programdan yararlanabilmek için, o soğuk ve sevimsiz konsolosluk binalarından izin almak zorundalar. Sadece Türkiye’deki öğrenciler servetlerini, sicillerinin temiz olduğunu, niyetlerinin gittikleri yerlerde kalmak olmadığını kanıtlamak zorundalar. Üstelik sadece kendi sicilleri değil, tüm aile fertlerinin sicilleri “tertemiz” olmalıdır. Eğer olur da akrabalardan biri, bir şekilde karakola düştüyse, kapılar ebediyen yüzlerine kapanabilir. Ya da ailenin serveti yeterli bulunmazsa, o kapıların açılması çok güç bir hal alabilir.
Yani bir ERASMUS öğrencisi hiç bir sorun yaşamadan kazandığı eğitim hakkından faydalanabilirken, bir diğerinin kazandığı haklardan faydalanabilmesi bazı koşullara bağlanmıştır. Yani, bu hakları sınırlandırılmıştır. Üstelik yeri geldiğinde hiçbir sebep gösterilmeden, bu hakların elinden alınması da söz konusu olabilir. Bunun tek sebebi ise bağlı bulunduğu vatandaşlıktır. İşte bu ayrımcılıktır.
Günümüzde yaşasaydı Rotterdamlı Erasmus, o gün olduğu gibi bugün de sınırları rahatlıkla aşabilecekti. Ama Yunus Emre, sınırlardan geçerken epey zorlanacaktı, hatta kim bilir, o sınırları asla aşamayacaktı. (YB/EK)