“Vicdan” kelimesi son günlerde ağırlığınca soru üretiyor zihnimde. Nasıl üretmesin? Zihnim/zihinlerimiz öyle feci cümlelere, fotoğraflara, görüntülere maruz kalıyor ki... Soruların üretildiği hızda ise cevaplar tükeniyor. Vicdanın muhasebesi olur mu, diye soruyorum peki ya vicdanın muharebesi. Vicdanı bedenimizin neresinde hissederiz? Vicdanın muhasebecisi var mıdır mesela? Bu kayıtları kim tutar?
Belki artık çoktan tarihe karışmış, son derece demode bir kavramdan bahsediyorum kim bilir.
Son zamanlarda edebiyattan başka sığınacak bir şey bulamayan biçare ben, vicdanı yoklarken yine birtakım yazarlara başvurdum.
Stewan Zweig, “Merhamet” adlı romanında şöyle diyordu; “Vicdan hatırladıkça hiçbir suç unutulmaz.” Bu cümleden hareketle vicdanın hafızası var mıdır? Vicdanın hafızası varsa kotası ne zaman dolar?
Sabahattin Ali’nin dediği gibi vicdan azabı dedikleri şey ancak bir hafta mı sürer? Vicdan azabı maksimum kaç ton kaldırır?
Tüm toplumsal anlamlardan, kutsal ve erişilmez yüklemelerden bağımsız “vicdan” ne demektir? Yoksa vicdan bunlardan ayrı düşünülemez mi?
Sanat, insanların vicdanlarıyla bir çeşit başetme yöntemi olabilir mi? Yazmak, çizmek bir vicdan meselesi midir? Peki ya okumak, izlemek, sanata seyirci kalmak?
(Bu soruların varlığı, cevapların da birazdan geleceğine dair bir beklentiye sürüklüyorsa seni sayın okuyucu, yaratacağım hayal kırıklığı için şimdiden kusura bakma!)
James Joyce, “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” adlı başeserini noktalarken, insanoğlunun bu dünyadaki macerasını, bu maceranın öznesi olan vicdanı şöyle anlamlandırır: “Ey yaşam, hoş geldin! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.”
Joyce, bir varoluş biçimi olarak seçtiği sanatsal eyleminin asıl amacının, soyunun yaratılmamış vicdanını ruhunun örsünde dövmek olduğunu vurgulamaktadır. Sanatçının görevi, insan vicdanını yaratmak, onu ruhun örsünde işlemek, biçim vermek ve sürekli duyarlı tutmaktır.
Çünkü vicdan, insanın varoluşunu olduğu kadar onun sanatsal eylemini de anlamlı kılan en temel iç gerçekliğidir.
Montaigne, “insan olmayı bilmek”ten söz ederken, vicdanı temiz bir hayat sürmüş olmayı kast ediyor; “insan olmayı bilen, kitaplar yazmış ya da savaşlar kazanmış ve ülkeler fethetmiş bir kişinin yaptıklarından daha önemli bir şeyi başarmış demektir. Bunun dışındaki her şey –hükmetmek, kesemizi doldurmak, mal mülk edinmek- içi boş bir dekordan ibarettir. İnsanın hayatta en önemli eseri, doğru ve düzgün yaşamayı becermiş olmasıdır.”
Vicdan, klasik anlamıyla sadece bir “otokontrol” anahtarı ya da psikanalizin terimiyle bir “süperego” katmanı gibi görünebilir; ama onu asıl önemli kılan, hayata karşı eylem konusunda bir filtre görevi üstlenmesidir. Bu öyle bir filtredir ki, bazen savunulan ideolojinin atlanan noktaları dahi somut dünya karşısında yeniden kurulur, kurgulanır. Belki de hayatın o akıl almaz değişkenliği ve her şeyin korkunç bir uyum içinde çelişkilerle birlikte hep yeniden var olabilmesindeki anlam buradadır.
Bu filtre meselesini, öldürülen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi vesilesiyle düşünür oldum. Elçi, twitter mesajında "Bir ihtimal, eşimin katilini gözaltına alırsanız sakın işkence yapmayın. İşkenceye karşı ömrünü adamış birinin katili bile adil yargılanmalı" cümlesini kurmuştu.
Sonra başka bir tweete daha rastladım; Veli Saçılık, “Darbeciler arasında benim kolumu cezaevinde kopartanlar var. Ama hiçbirine linç uygulanmasını, işkence edilmesini kabul etmiyorum.”
Bunlara rastladıktan sonra, “vicdan denilen bir şey var galiba” dedim. Demek ki sayıları az da olsa birilerinde hala yaşayan bir şey bu. Ve bu kavramı hatırlamak belki de hayata döndürmek gerektiğini düşündüm.
Vicdan, içimizle dışarısı arasında bir süzgeç görevi görüyorsa, dışarının bize göre “kötü”, “yanlış”, “cani” tarafını sorgusuz sualsiz içimize almamızı engelliyorsa, daha doğrusu bize bir rahatsızlık veriyorsa ruhumuzu birtakım hazımsızlıklardan da koruyabilir. Bu süzgeçten yoksun olmak ise kendi içsel evrenimizle temasın engellenmesini ve kendimize yabancılaşmamızı sağlayacaktır.
Tüm bunların dışında, tarihe kalmaya pek meraklı birtakım ölümlüler olarak, gelecek kuşakların yapıp ettiklerimize bakarak bizi vicdani olarak yargılayabileceklerine acaba ne kadar kafa yoruyoruz? Bilinçdışımızda bizden sonrasının olmayacağına dair bir yanılgıdan dolayı mı bu boşvermişlik, yoksa gerçekten olup bitene hakim olamayacak kadar gözler kör mü? Daha da fenası, bize dokunmayan yılanın ömrüne ömür katıp, yatağını pamuklarla döşemekle mi meşgulüz?
Vicdan diye bir şey vardı, var olmalıydı, nereye kaybolmuş olabilir?
Çıkıp ortaya, kalbi kuruyanlar için bir sızlatsa ya kendisini. (TI/HK)