Şimdi savaş öncesi ve ilk üç gün süren propagandanın alt ve üstyapısını tahlil etmeye çalışalım. Bunu yaparken, medyanın ekonomi-politiğini tahlilimizin kalbine oturtalım ve tek tek haberler ya da muhabirler yerine propaganda üreten mekanizmayı çözmeye çalışalım.
Son iki gün içinde www.zmag.org'da okuduğum bazı makaleleri aktarırken, mantık yürütme alanını 'Medyaların Anası' olan Amerikan medyası üzerine oturtacağım.( 'Medyaların Anası, kocaman ve iğrenç bir deniz anası sanki...)
Medya, toplum ve yönetim
Medyayı sadece bilgi-fikir üretip yayan bir merkez olarak algılamaktansa, siyasal-ideolojik-kültürel-toplumsal bir mekanizma, bir sistem olarak kavramak gerek.
Medyatik ürünlerin, toplum (yani yurttaşların her biri ve hepsi) ve yönetim (siyasi, ekonomik bu aralar da askeri iktidar) üzerine olan etkileri ve medyanın bu iki odakla ilişkileri üzerinde durmak gerekir.
Medya, Noam Chomsky'nin de belirttiği üzere bir rıza imalat aracı. Norman Solomon'un 'Geleneksel Medyanın Boyun Eğdirme Arzusu' (1) başlıklı makalesi muhabir-medyatik yapı-okur üçgenindeki ilişkileri çok iyi irdeliyor.
Susmak ve işbirliği
Solomon, Irak'a yönelik saldırı arifesinde, Amerikan medyasının ısrarla işlediği temalar arasında 'Savaşın kaçınılmazlığı'nın önemli bir yer tuttuğunu hatırlatıyor ve bu önerme ile, hatta daha da ileri gidip çatışmaların başlangıç tarihini de açıklayarak, okuru pasif hale getirdiğini yazıyor.
Muhabir olsun okur olsun, daha bu aşamada, medyatik saldırıya boyun eğiyorsa, savaş yanlısı propaganda kendine uygun bir zemin bulmuş demektir. 'Susmak, işbirliğinin en önemli biçimidir' diyen Solomon, medyanın bu yayın stratejisiyle, okuru, henüz ilk bomba atılmadan pasif bir seyirci haline getirmeye amaçladığını belirtiyor.
Dünya tarihinde ilk kez bir saldırı başlamadan, saldırının bu kadar geniş çaplı ve güçlü bir şekilde protesto edildiğini hatırlayacak olursak, medyanın bu stratejisinin, savaş karşıtı gösterilere katılanları bile pasifize etmeye yönelik olduğunu anlıyoruz.
Savaş karşıtlığı görmezden geliniyor
Ya da hiç olmazsa, medya, savaş karşıtı eylem ve fikirlerin yaygınlaşmasını önlemeyi amaçlıyor. Zaten bu hedefine ulaşabilmek için, başta Amerikan medyası olmak üzere tüm global medya, Ocak'tan bu yana süren savaş karşıtı gösterileri görmezden gelmeye çalıştı.
New York Times, Central Park'ta Şubat ayında 50 bin kişinin katıldığı ilk büyük gösteriyi haber olarak vermedi. New York Post ise gösteriyi 'Saddam ve El Kaide yanlıları' diye yansıttı.
Keza Türkiye'de Hürriyet gazetesi de Şişli'deki ilk savaş karşıtı gösteriyi, 'İslamcılarla eşcinseller barış gösterisi yaptı' başlığıyla aklınca karalayıp küçümsemeye çalıştı.
Ekranlarda yoktur vicdan
Savaşı başlatmak aslında son derece önemli. Saldırının somut olarak başlaması, toplu cinayetlerin başlaması anlamına geliyor. Bu nedenle savaş karşıtları bu konuda aslında dünya çapında başarılı bir sınav verdi.
Saldırının başlamasını engelleyemedilerse bile, ABD ve İngiltere'yi saldırının ilk gününden itibaren tecride sürüklediler. Savaşa muhalefet, Irak'ın direnişi ile birleşince, kaçınılmaz olarak medya da etkilendi. Ve ilk başlardaki savaş çığırtkanlığı biraz olsun azaldı.
Amerikan Yüksek Mahkeme üyesi Robert L. Jackson, Nürenberg Mahkemesinde görevli iken şöyle konuşmuştu: 'Almanlara şunu açık seçik bir şekilde söylemelisiniz: İktidarı yitiren yöneticileriniz, bugün burada savaşı kaybettikleri için yargılanmıyor, savaşı başalttıkları için yargılanıyor.''
Voltaire yaşasaydı
Norman Solomon, 'Savaşın Zararları: Önce Gerçek Sonra da Vicdan' (2) başlıklı makalesinde ise, Amerikan medyasının nasıl savaş propaganda aracı haline geldiğini somut örnekleriyle anlatıyor.
Fransız Aydınlanmacılığının öncülerinden Voltaire'in 1767'de yazdığı bir satırı hatırlatıyor Solomon: "Sizi bir aptallığa inandırma gücü olan herhangi bir insan, size aynı zamanda bazı haksızlıklar yaptırma gücüne de sahiptir."
Solomon bu alıntıyı kendine göre şöyle değiştiriyor: "İnsanlar aptalca fikirlere inandıkları sürece vahşi şeyler yapmaya devam edecektir."
Darwin ve Kafka
Amerikalı medya eleştirmeni daha sonra Darwin'e geçiyor ve Darwin'in insan ile diğer canlı yaratıkları kıyaslarken 'her şeyden önce en önemli farkın vicdanın ahlaki anlamı' olduğunu aktarıyor.
Gerçekten de 'insani vicdan' özellikle bugünkü neoliberal küresel dünyada, insanlığın geleceği açısından Zümrüd-ü Anka kuşu kadar kıymetli.
Vicdan'ın değerini Voltaire ve Kafka'dan alıntılarla güçlendiren yazar, 'Vicdan askeri radarlarda görülmez, televizyon ekranlarında yoktur, çünkü gözle görülmez, elle tutulmaz, sesi duyulmaz, kokusu yoktur...Sadece hissedilir' diyor.
Vicdan susturmak moda mı?
Üstelik de çarşıda indirimli fiyata ya da kredi kartıyla satın alınabilecek bir şey değildir vicdan. Sonuç olarak insanı insan yapan belki de en önemli nitelik, en değerli özelliktir vicdan.
1952 yılının Mayıs ayında, ABD'de MacCarthy döneminde, Temsilciler Meclisi'nin Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komisyonu'na bir mektup gönderen tiyatro yazarı Lillian Hellman da işte bu nedenle 'Bu yılın modasına uymak için vicdanımı susturamam, susturmayacağım' diyordu.
Solomon'un son alıntısı Albert Einstein'dan ve bugüne çok uygun: 'Devlet talep etse bile hiç bir zaman vicdanınıza karşı bir şey yapmayın'.
"Başarı", bir süre!
Beyaz Saray'ın, Pentagon'un, Hollywood'un, New York Times'ın ya da CNN'in ideologları ile medya psikologları da, vicdanın bu eşsiz niteliğini bildikleri için strateji ve taktiklerini, yani tüm manipülasyon, dezenformasyon ve misenformasyonlarını vicdanı fethetmek doğrultusunda geliştiriyorlar.
Zaman zaman başarılı olabiliyorlar. Belirli bir süre, belirli bir kesim üzerinde.
Ama bu sanal iktidar gerçekle çarpıştığında, tüm strateji çöküyor. Zaten Solomon'un yazısının son cümlesi de şöyle: "Medya, vicdanın sınır ve imkanlarını tanımlayamaz, betimleyemez. Ama biz insanlar bunu yapabiliriz."
Askeri leyli gazeteciler
İngiliz Independent gazetesinin Ortadoğu uzmanı muhabiri ve Batı gazeteciliğinin yüzakı (vicdanı?) Robert Fisk, saldırı henüz başlamadan 25 Şubat tarihli yazısına 'Sansürlendi' (3) başlığını atarken, 16 Mart tarihli yazısının başlığı ise ' Mizenformasyon Savaşı Başladı' (4) idi.
Fisk, CNN'in 27 Ocak tarihli ve 'Haber Onaylatma Politikası Konusunda Hatırlatma' başlıklı iç talimattan yola çıkarak, CNN merkezinin gelen bütün haber metinlerinin yayından önce nasıl sansürlendiğini örnekleriyle anlatıyor.
Bu açık sansürün sadece CNN'in üst düzey yöneticileri tarafından değil, kurum dışı kişiler tarafından da yapıldığını ima eden Fisk, 1991 Körfez Savaşı'nda CNN'in Atlanta'daki merkezinde Pentagon'un 'stajyerlerinin' görev yaptığını hatırlatıyor.
Televizyon gibi saniyenin bile önem kazandığı hızlı bir medyada, özellikle de savaş, saldırı ya da kriz durumlarında, CNN'in medyatik gerçekten sızıntı olmaması için açık, kaba yöntemlere başvurmak zorunda kalması, global medyanın içine düştüğü çaresizliğin boyutunu göstermesi açsından ilginç ve önemli.
Fisk ikinci yazısında, her ne kadar Irak'ın direnebileceğini öngörememiş olsa da, Irak'a yönelik saldırıyı izleyen yaklaşık 7 bin Batılı muhabirin nasıl davranacağını, neler yazacağını kestirmiş.
BBC'nin saldırıyı toplam 35 muhabirle izlediğini hatırlatan Fisk, bunların 17'sinin bölgedeki İngiliz askeri birliklerinde 'embedded' (Çevredeki kitlenin içine sağlam bir şekilde çakılmış) durumda olduğunu belirtiyor.
Aslında 'embedded' konumundaki muhabirler, bölgedeki sabit ya da seyyah askeri birliklerin içinde yaşıyor, sürekli gözetim altındalar, ancak askeri yetkililerin izin ve direktifleri doğrultusunda ve hep eşlik edilerek sağa sola gidebiliyorlar.
'Bed' (Yatak) sözcüğünden türetilmiş olan 'embedded' deyimi 'yatağa yatırılmış' anlamına da geliyor. Eski Türkçesiyle 'Leyli'.Hem de 'Askeri Leyli'.
Apoletli muhabir
Böyle bir ortamdaki muhabirin, gazete, radyo ya da televizyonuna 'Askerlerin morali berbat', 'Çölde kum fırtınasından şikayetçiler', 'Bir an önce evlerine dönmek istiyorlar' diye haber geçmesini zaten kimse beklemiyor.
Bu muhabirler, sadece birlikte yaşadıkları askeri birliklerin haberlerini yapabiliyor. Sonuç olarak Apoletli Muhabir hepsi yani...
1 milyon dolarlık Basın Merkezi
Amerikalı medya eleştirmeni Danny Schester, 'Savaşı İzleyip Aktarma Duvardan Duvara Yöntemiyle Yapılıyor' (5) başlıklı yazısında, Irak ve çevresinde toplam 500 Amerikalı 'Askeri Leyli' gazeteci olduğunu hatırlatıyor.
'Bu muhabirler zaten önce kampa alınıp eğitildi ve savaş boyunca siyasi sorunlara değinmemeleri esas olarak 'human interest/human touch' (İnsana değin hafif, magazin haberler) yazılar yazmaları, 'bizim çocukların durumlarını Amerika'daki ailelerine bildirmeleri istendi' diyen yazar, Katar'da kurulan Merkez Komutanlığı'nın hemen yanında 1 milyon dolara mal olan Basın Merkezi'ni de betimliyor.
Tekyanlılar!
Bölgedeki muhabirlerin jargonuna göre, iki tür gazeteci var: Embedded yani 'askeri leyliler' bir de.ordu birliklerine katılmayı reddeden ve bağımsız olarak çalışanlar.
Onlara verilen takma isim: 'Unilaterals' yani 'Tekyanlılar'. Freud, insanın kendindeki olumsuzlukları başkasına atfeden davranışa ne isim vermişti?
Ordunun yanındaki 'çok yanlı', orada olmayan 'Tek yanlı'! Bu takma ismi bulana reklam-propaganda ödülü verilmez herhalde ama bu takma isme inanana ne demeli? İf American why not?
Yerel takımı tut!
Schester, 19 Mart tarihli yazısında ABD'nin savaşı 3 gün içinde bitirmeyi tasarladığını yazıyor. Bu süratin, bu acilliğin bir nedeni de medyaya işlenmesi kuvvetle muhtemel suçları izleyip aktaracak zaman bırakmamak. 'Bırak şimdi kaza ya da yan etki zararı ile ölen Iraklı sivilleri, bak askerlerimiz Bağdat'a giriyor!'
Askeri leylilerin yanı sıra New York ve Washington'daki masa başı muhabir, yazar ve editörlerin de amigo gibi davrandığını belirtiyor yazar.
Schester de eski Doğru Yol Partisi (DYP) milletvekili Hayri Kozakçıoğlu'nun OHAL Valiliği dönemini anımsatırcasına 'Beyaz Saray Amerikan medyasının, bir rugby maçında yerel takımı tutan yerel gazete gibi davranmasını istiyor' diyor.
Adnan Menderes'in ruhu mu şad oldu yani şimdi?
Public'ten Pentogan'a
Araştırmacı, bu amigoluk saptamasını FAİR'in (Fairness and Accuracy in Reporting- Adil ve Doğru Habercilik Medya Gözlemevi) bir anketine dayandırıyor:
30 Ocak-12 Şubat tarihleri arasında ABD'nin üç büyük TV şebeke istasyonu olan ABC, CBS ve NBC ile aslında kamu yayıncılığı yapması gereken ama 11 Eylül'den bu yana milliyetçiliğe düşen PBS'in (Public Broadcasting Service - aslında Kamu Yayıncılığı Hizmetleri ama artık Pentagon Broadcasting Service diye anılıyor) akşam ana haber bülteninde yayınlanan 393 VTR'sinden 267'sinde Amerikalı şahsiyetler kaynak olarak kullanıldı.
267 yetkiliden tek kişi "kuşkulu"
Bu 267 kişiden 199'u halen görevde ya da emekli, hükümet ya da ordu yetkilileri idi. Bunlar arasında sadece bir kişi, o da Massachussets Demokrat Senatörü Edward Kennedy, Irak'a saldırı konusunda 'bazı kuşkuları olduğunu' söyledi.
O kuşkular da şöyle ifade edildi: "Oraya bir kez girdiğimizde nasıl çıkacağız? Amerikan birlikleri kaç kayıp verecek? Orada ne kadar kalacağız? Bu işin maliyeti ne olacak?"
Kennedy'nin dışında ekrana çıkarılan herkes, Bush'u destekledi. Fair'in bu taramadan çıkardığı sonuç, 'Bu yayınlarda tek yanlılık hakim, gerçek tüm boyutlarıyla temsil edilmiyor'.
Gazeteciler ve köpek türleri
Znet'de yazan İngiliz gazeteci Will Potter, Amerikan egemen medyasında görev almış genç bir meslektaş. 'Bekçi Köpekleri, Süs Köpekleri ve Uyuyan Köpekler' (6) başlıklı yazısında Washington'da tanık olduğu iki olaydan yola çıkarak muhabir-iktidar ilişkilerini sorguluyor.
Muhabirlerin, stajyerlik aşamasını geçip olgunlaşmaya (Bir başka deyişle kaşarlanmaya) başladıkları dönemde kamu çıkarı için gerçeği araştırmaktan giderek uzaklaşıp mevcut düzene uymayı tercih ettiklerini saptıyor.
Muhabirlerin, basın toplantılarında ya da iktidar sahipleriyle söyleşilerinde onları rahatsız edecek sorular sormamayı yeğlediklerini belirten Potter, aslında çevresindeki muhabirlerin genel olarak bilgili ve bilinçli olduklarını hatırlattıktan sonra, 'Ama egemen medyada iktidarı sorgulamak prim yapmıyor, iktidarı meşrulaştırmak gerek.
Eleştirene tecrit
'Eleştirel davranırsan sadece iktidar çevrelerinden değil mesleki ortamdan da tecrit edilirsin. Bu nedenle muhabirler de işlerini kaybetmemek için, çoğu zaman bile bile yalakalık yapıyor' derken Pierre Bourdieu (Connivence dans l'Espace Journalistique-Gazetecilik Alanında Suç Ortaklığı) ve Serge Halimi'nin (Journalisme de Reverence- Boyun eğmeci gazetecilik) tezlerini doğruluyor.
Potter'in en berrak tespitleri
* Kuralları yazılı olmayan bir oyun gibi, ama her iki tarafın oyuncuları da oyun oynadıklarını kabul etmek istemiyor. Gazeteciler aptal değil. Bir çoğu işlerin nasıl döndüğünü ve iktidar yapılarının nasıl işlediğini biliyor.
* Doğru soru sormasını da aslında biliyorlar. Geçenlerde sokaklara dökülüp savaşa karşı çıkan milyonlarca insanın sorduğu soruları da biliyorlar ama o soruları sormuyorlar.
* Şirketlerin denetimindeki geniş çaplı bir sistemin içinde çalıştıkları için, bu sistem içinde kalabilmek, yaşamını sürdürebilmek için ne gerekliyse o doğrulta karar alıp, uyguluyorlar.
* Büyük gazetelerin Washington bürolarında çalışan muhabirler, sadece 'doğru' soruları sormaları gerektiğini bildikleri gibi, 'yanlış' soruların da sorulmaması gerektiğini biliyorlar.
* İktidarın hoşuna gitmek gerektiğinin farkındalar. Zaten sistem böyle davrananları ödüllendiriyor. Eleştirel yaklaşımlar ise cezalandırılıyor.
Potter, Ankara'da çalıştı mı hiç?
En iyi gazeteci yaşayan gazeteci değil midir?
Son olarak 'Socialist Worker' gazetesinden Anthony Arnove'un 'Savaş Yanlısı Propaganda Makinesi- Medya Savaşın Bir Kolu Oluyor' (7) başlıklı yazısında önemli saptamalar var:
Bugünkü Amerikan egemen medyası ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) dönemindeki basını kıyaslayan yazar, Bush'un daha rahat olduğunu belirtiyor.
Çünkü Amerikan medyası iktidarı ve savaşı desteklemek için, başında basın komiseri olmaksızın, kendini sansür ederek Bush'a hizmet ediyor. Bush da Amerikan medyasının 'yurtseverliğini' bildiğinden son derece rahat.
Baskısız anlaşma
Arnove, Batı Avrupa'nın herhangi bir büyük gazetesinde yer alan Amerikan karşıtı haberlerin bile Amerikan medyasında yer almadığını hatırlattıktan sonra, ABD'de medya ile iktidarın, baskı, yıldırma, komploya gerek duyulmaksızın çok iyi anlaştığını saptıyor.
Çünkü 'Medya, ABD'yi yöneten elitin ekonomik ve siyasi çıkarlarıyla aynı çıkarları savunuyor hatta bu çıkarları iktidar ve medya alanında savunan kişiler bile bazen aynı' diyerek açıklıyor.
Dengeli haberciyi at
Edward Said'den bir alıntıyla Amerikan medyasının özellikle savaş dönemlerinde muhalif görüşlere tamamen ekran, mikrofon ve sütunlarını kapattığını yazan Arnove, egemen medyada bile dengeli habercilik ya da dürüst programcılık yapanların işten atıldığını ya da 'Merkez Valiliğine' atandığını, MSNBC'de Phil Donahue örneğiyle sergiliyor.
Tabi bu arada NBC TV'sinin patronunun silah üreticisi General Electric olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor. 'Uzman' ya da 'üst düzey bir yetkili' diye sunulan kişilerin yüzde 99 oranında Beyaz Saray ya da Pentagon yetkilileri olduğunu herkesin bildiğini belirten Arnove, egemen medyanın, aslında izleyici, dinleyici ve okurlarını reklamverenlere satan bir aracı olduğuna inanıyor.
Yayın politikası reklamverenden
Bu nedenle de egemen medya, mevcut ekonomik düzenin, reklamverenlerin hoşuna gitmeyecek yayın yapmayacağını, yapamayacağını yazıyor.
Nedeni basit: Yaparsa reklam alamaz. Reklamveren, ekonomik ve mali gücünü kullanarak, gizli-açık tehditlerle medyanın yayın politikasını belirliyor.
Kamuoyu araştırmalarından
Yazar, medyanın iktidar yanlısı yayınları nedeniyle Amerikalıların dünya gerçeklerinden uzaklaştığını ve iktidarın gerçeklerinin hakiki gerçek olarak benimsediğini iki kamuoyu araştırmasının sonuçlarını vererek gösteriyor:
- New York Times/CBS'in yaptırdığı bir kamuoyu araştırmasına göre, ankete katılan Amerikalıların yüzde 42'si Saddam Hüseyin'in 11 Eylül saldırılarından birinci derecede sorumlu olduğuna inanıyor.
'Yeah, I'm sure he is, because as an Arab...'
- ABC TV'sinin yaptırdığı bir başka ankete göre de, Amerikalıların yüzde 55'i de, Saddam Hüseyin'in El Kaide'yi doğrudan desteklediğine inanıyor.
'Yes of course, they are both Arab, aren't they?'
Arnove'un yazısında CBS TV'sinin ünlü haber sunucusu Dan Rather'ın bazı açıklamalarına yer veriyor ki...Mesela:
- George Bush Başkandır, kararı o verir ve biliyor musunuz, ben sadece bir Amerikalı olarak, benim nerede durmamı isterse ben orada dururum, söylesin bana yeter'
Ya da
- Ülkem için, istendiği an ve Başkomutan olan Başkan Bush'un emri üzerine ölmeye kendi rızamla hazırım...
Toprağın bol olsun Dan... Cenazene Türkiye'den gönderilen taziye çelenginin üzerinde ne yazıyordu?
Sonuç olarak tüm bu muhalif gazeteci, uzman ve akademisyenler, Amerikan medyasının mevcut durumunu, olumsuzluklarını teşhir ederken, mesleki, siyasi boyutları böyle irdeliyor.
Acaba böyle bir yapı, böyle bir çalışma tarzı, bu tür medya-toplum-iktidar ilişkisi sadece ABD'de mi var? (RD/NM)
(1) The Conventional Media Wisdom of Obedience, Norman Solomon, 13 Mart 2003
(2) Casualties of War: First Truth, Then Conscience, Norman Solomon, 20 Mart 2003
(3) Censored, Robert Fisk, 25 Şubat 2003
(4) The War of Misinformation has Begun, Robert Fisk, 16 Mart 2003
(5) War Coverage Goes Wall-to-Wall, Danny Schester, 19 Mart 2003
(6) Watchdogs, Lapdogs, And Sleeping Dogs, Will Potter, 24 Şubat 2003
(7) Pro-war Propaganda Machine, Anthony Arnove, 19 Mart 2003
(Tüm makalelerin İngilizce tam metinlerine www.zmag.org adresinden ulaşabilirsiniz)