İçinde, odunların çıtır çıtır yandığı kuzine bir soba. Onu, işte bu sobanın ısıttığı evin büyük odasında, oturduğu yer minderinde, bir o yana bir bu yana sallanırken anımsıyorum. Kendisini böylesine mest eden şeyin, transistörlü eski ahşap radyomuzdan odaya yayılan Erivan Radyosu'nun iç yakan ezgileri olduğunu çok sonraları anlayacaktım.
Babaannem, gelin geldiği Türk evinde, uzak kaldığı kendi dili ve köklerine olan hasretini radyodaki Kürtçe ve Ermenice ağıtların ezgilerini dinleyerek gidermeye çalışıyordu.
*
Çocukken çoğu şeyin farkında değildik. Güzel arkadaşlıkların temelinin atıldığı bir zamandı liseli yıllarımız.
Henüz farklılıklarımızı da keşfetmemiştik. Ya da başkaları bize bunu öğretmemişti.
Okulda yeni öğrenmeye başladığımız İngilizce dışında, bazı arkadaşlarımın, anlamadığım farklı bir dilden konuştuklarını fark ettiğim dönem, işte bu dönemdi.
Kürtlerle bu liseli yıllarda tanıştım. Arkadaş canlısı, nedense biraz ezik, yaşları geç, hatta bir kısmı evliydiler. Çocukları bile vardı. Öğrenciyken evlilik, yasal olarak mümkün olmadığından okula geldiklerinde yüzüklerini çıkarırlardı. Ben onlara güzel Türkçe yazmayı, onlar da bana Kürtçe sözcüklerle kısa cümleler öğretirlerdi.
Aralarında Kütçe konuştuklarında, hocalardan hep uyarı alırlardı. Resmi erkana dair nedense hep belli belirsiz bir ürkeklik, bir korku duyarlardı.
Yıllar sonra, deniz kenarındaki arabamızda müzik dinlerken yaşadığım ve hafızamın derinliklerinde keskin bir bıçak gibi taşıdığım o küçük anı birçok şeyi anlamama yetmişti.
Otomobilimizden yükselen Kürtçe ağıtların sesini, yaklaşan polis otosunu gördüğünde, aceleyle teybi kapatarak kısan arkadaşımın yüzündeki tedirginlikti beni buna ikna eden.
Kimbilir, bu civanmert yüreklerde birikmiş, kimselere itiraf edemedikleri nice anıları vardı onların. O gün, arkadaşımın yüzündeki korkuyla karışık endişe dalgasını sessizce izleyen gözlerim, suskun bir ölü gibi önüme düştüğünde anlamıştım bunu.
"Dağ Türkü"
Arkadaşlığın ne ırkı olurdu, ne teninin rengi, ne dili, ne de inancı. Hiçbir şey bozamazdı, henüz para ve mülkiyet dünyasıyla tanışmamış dostlukları, arkadaşlıkları. Her ne kadar yıllarca, tek bir ırk ve ulus kavramı üzerinden gurur duymamız öğretilse de bizlere, yine de arkadaşlık başkaydı işte.
12 Eylül 1980'de, televizyonlardan onların Kürt değil, "kırt" olduklarını öğrendiğimde hiç şaşırmadım.
700 bin kişilik orduyu yöneten ve sonradan bir ülkenin kaderini belirleyecek olan en rütbeli generalin ağzından duyuyordum bunu; dağlarda karda ayakları "kart, kurt" diye ses çıkaran Dağ Türkleriymiş meğer benim arkadaşlarım.
Adı "Dağ Türkü"ne çıkan arkadaşlarımın o masum çaresizliğine olan sempatim sonraki yıllarda da devam etti.
12 Eylül'ün sonraki aylarında Adıyaman'ın bir dağ köyünde öğretmenlik yapan ablama giderken beni yolda karşılayan köy azası Şeyho, bu sempatinin belki de doruk noktasıydı.
Toprağı erozyona uğramış taşlı köy yolunda, ince, uzun boyu ve siyah şalvarı içinde, otuz iki dişiyle yüzünde gülümsemesi hiç eksik olmayan bir insandı Şeyho.
Ellerini, önünde mahcup bir edayla kavuşturmuş, bendenizin karşısında boynunu kırmış, sevecenlik dolu ışıl ışıl gözleriyle köylerine hoşgeldin diyordu. Kus kurban olur gibi bir hali vardı; sanırsın 18 yaşında toy bir delikanlıyı değil, sanki bir kralı, şahı karşılıyordu Şeyho.
Onun, o masum saflığının sadece ona özgü değil, aslında köyün tüm halkına ait olduğunu gecikmeden öğrenecektim.
Köylerden zoraki silah toplayan 12 Eylül cuntasının estirdiği korku fırtınası tanığımdı; giderek kendi köylerine yaklaşan askerlerin "silah teslim edin" talebine köylüler ne yanıt vereceklerini tartışıyorlardı.
Eski çakaralmaz silahlarını, dede yadigarı tüfekleri ve Rus beşlilerini, köy muhtarı ve ihtiyar heyetiyle birlikte okul öğretmenin evinde yaptıkları toplantıda, öğretmene de danışarak karar vermeyi sağlayan arka planı olmayan bir saflıktı bu.
Ankara'ya döndüğümde, haber ardımdan tez gelmişti; yeşil kasırga ablamların köye ulaştığında, teslim edilen onca çakaralmaz silah, eski tabanca ve tüfek ikna edememişti askerleri.
Gülerken 32 dişiyle birden gülen, o en sevimli haliyle sempati dünyamın doruğunda yer alan köy azası Şeyho, götürüldüğü karakolda kolu ve bacağı kırılmış olarak köylülere teslim edilecekti.
Vesile
2012 yılı mayıs ayında, bir belgesel filmin çekimleri için gittiğimiz Diyarbakır'da, yolumuz bir dağ köyüne düşmüştü.
Film ekibinin çekimler için köy içine indiği bir sırada, konuk olduğumuz tek odalı, yoksul Kürt evinde 13 yaşındaki Vesile'yle yalnız kalmıştım.
Üçü genetik bir hastalığa sahip, yedi çocuklu ailenin en büyüğüydü Vesile. Onunla, duvarları badanasız o küçük odanın ıssızlığında aramızda geçen iletişim, göğsümü tutuşturacak denli bir ateşin bütün bedenimi sarması gibiydi.
3. sınıfa gittiğini öğrendiğim Vesile'yle diyaloğumu duvardaki takvimin yazısı üzerinden kurmaya çalışmıştım. On üç yaşındaki bir kız çocuğunun, beyaz bir duvar önünde birkaç kelimeden mürekkep basit bir cümleyi okuyabilmek için, ıkına sıkıla çaresizce kıvrandığını görmemle buruk bir hezimete dönüşmüştü çabam.
Kendisiyle iletişim kurmanın eğlenceli ve basit bir yolu olarak gördüğüm o birkaç kelimeyi okutmak, Vesile'ye ayaküstü bir işkence gibi gelmişti.
Kalbi buruk Vesile'nin kızaran yanaklarındaki mahcubiyeti oracıkta görmezden gelmiş ve onun masum çaresizliğini bir bıçak yarası gibi göğsüme gömmüştüm.
Sonradan öğrenecektim; onun ilkokula başlarken Kürtçeden başka bir dil bilmediğini; sesleri bir uğultu gibi kulaklarına çarpan ve ne dediğini anlamadığı öğretmeninin Türkçe dışında konuşmayı yasak ettiğini.
Vesile, henüz anasının karnındayken işittiği, doğduktan sonra da kulaklarını okşayan, ninnileriyle uyuduğu, ağıtlarıyla oyalandığı bir dilin çocuğuydu; çocuk ruhunu okşayan, anasının şefkatli dilinden mahrum bir şekilde, başka ve yabancı bir dile mahkum kalarak öğrendiği Türkçesiyle okumaya çalışıyordu duvardaki takvim yaprağını.
*
Geçenlerde aralarında Antropolog Müge Tuzcuoğlu'nun da bulunduğu 19'u tutuklu 27 kişinin yargılandığı 'KCK' davasında savunmalar alındı. Mahkeme heyeti, Türkiye'nin kurucu antlaşması Lozan'ı da (Madde. 39) çiğnemek pahasına, sanıkların Kürtçe yaptıkları savunmalar için "ne dedikleri anlaşılamamıştır" diyerek "kaçma şüphesi" gerekçesiyle tutukluluklarının devamına hükmetti.
Tarihin en büyük imparatorluklarından birini kurmuş köklü bir devlet geleneğinin 21. yüzyılda sergilediği bu arkaik tutumun trajikomik hikayesinin özeti... Devasa bir imparatorluktan hayatta kalmaya çabalayan bir ulus devlete geçiş travması; askeri cuntalarla beslenmiş bir rejim, ötekileri yok saymayı büyüklük, otuz yıldır akan kanı olağan gösterme çabasında bir zihniyet...
*
Bir büyük sonsuzluk içerisinde, giderek soğumakta ve küçülmekte dünyamız. Biz görür müyüz, bilmem. İşte böyle bir yeryüzünün kaynaklarını adil ve hakkaniyetli bir şekilde paylaşmasını bilecek kadar gelişmiş ve gerçekten uygar olan ileri bir kuşağın çocukları eminim görecektir.
Milyonlarca yıl öncesini bugünden araştıran sosyal antropoloji, gelecekte insanın insana hükmetmeden yaşayacağı bir dünyanın da bilimi olmaya devam edecektir. Ve işte, o günden geriye doğru baktığımızda, milyonlarca yıl öncesine varmadan önceki zaman çizelgesinin, 2012 yılını işaret eden noktasında tarih kitapları belki de şöyle yazacaktır:
"Ne dediği anlaşılamayan halk, Kürtler." (YN/YY)