Postmodern karakterli yeniden paylaşım savaşının Güney Amerika cephesinde son bir kaç yıldır yürürlükte olan Maduro’nun Esadlaştırılması süreci, ABD’nin yeni Venezuela prensi olduğu kuşku götürmeyen Juan Guaidó’nun ABD (ve bir dizi onun izleyicisi kukla yönetimlerin olduğu ülkeler) tarafından “hakiki başkan” olarak tanınmasıyla tamamlandı. Şimdi iş bundan sonra bu savaşın tarafı olan özellikle emperyal güç odakları (başta ABD, Çin ve Rusya Federasyonu olmak üzere) ve bölge halklarının ne tür adımlar atacağına kaldı.
ABD’nin kıtayı yeniden ele geçirmeye dönük çabaları uzun zamandır devam ediyor. Venezuela’da da bir iktidar değişikliğiyle kendi kontrolünde birini başkanlık koltuğuna oturtabilirse bu amacına ulaşmış olacak. Venezuela bir anlamda işin kuyruğu sayılır. Sonrasında sıra Nikaragua, Bolivya ve Küba’da. Fakat kıta çapında ABD’nin bütün bu siyasi-askeri kontrol hayali gerçekleşse dahi Çin’in bölgedeki etkinliğini kırma olasılığı ise bir hayli zayıf.
Bu süreçte, benim gibi uzaktan izleyenlere göre başına ne tür çoraplar örüldüğünü çok daha iyi bilen Maduro, bu gelişmeleri engelleyebilecek politikalar üretmek yerine, kendisini ve ülkesini postmodern savaşın bir nesnesine dönüştüren adımlar atmayı tercih etti. Çin ve Rusya'ya daha da yaklaştı, onlara karşı yükümlülüklerini artırdı. Hatta nedeni bilinmez Erdoğan’a da sarıldı. Belki bu tür arayışlar Maduro’ya anlık rahatlamalar yaratmış olabilir fakat bu aslında ABD’nin kurduğu tezgahın işlemesini daha da kolaylaştırdı. Başka şeyler yapılabilir miydi, bu soruyu sormak için hayli geç artık. Sonuçta yaptıkları, bir Latin milliyetçisi olan Maduro’nun ufkunun sınırlılığını temsil ediyor.
Olasılıklar
ABD yönetiminin Trump'la birlikte ivmelenen bir tarzda Güney Amerika’yla yakından ilgilendiği biliniyor. En son Brezilya’da faşist olduğunu saklamayan Bolsonaro’nun iktidara getirilmesi bu sürecin bir parçasıydı.
Bolsonaro’nun “seçilmesi”nde Trump’ın yörüngesinde hareket eden Steve Bannon ve ekibinin yer aldığı ve aynı şekilde Kolombiya’da oligarşinin en kanlı kesimini temsil eden Ivan Duque’nin seçilmesinde de rol aldığı, manipülasyon yaptıkları yazıldı çizildi. Burada Evangelist Kilise’nin de bu neo-faşist akımın paralelinde kıtada sürmekte olan “yeniden fetih harekatı”nda önemli bir rol oynadığı görülüyor.
ABD’nin yaklaşık iki yıl önce de Venezuela basınında adı geçen Elliott Abrams’ı meseleyi çözmek için görevlendirmesi niyetinin “kanlı bir çözüm”den yana olduğunu belgeler nitelikte. Abrams daha önce Nikaragua, El Salvador ve Ortadoğu’da kontra faaliyetleri örgütlemekte bir hayli “uzman” bir isim.(1)
Bu nedenle ABD’nin Venezuela’yı Suriyelileştirmekte kararlı olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bunun uzun zamandır adeta istihkamı yapılıyor. Kolombiya’nın NATO’ya alınması (Haziran-2018) bu konuda atılmış en önemli adımdı. Yani artık Kolombiya NATO toprağı.
Bir diğeri Kolombiya’daki yeni yönetim. Daha önceki Başkan Santos’a göre Duque ABD’nin telkinlerine daha açık. Bunun ana nedeni bir savaş ağası olan eski başkan Álvaro Uribe’nin gerçek başkan pozisyonunda olması.
Uribe’nin zaman zaman Duque’nin yerine açıklamalar yaptığı bile görülüyor. Uribe, Bolsonaro’yla yarışırcasına Güney Amerika’nın en iflah olmaz anti-komünist karakteri. Kendisi sorulmadan da sık sık Venezuela’yı işgal etmekten Chavez/Maduro’yu öldürmekten dem vurabilen biri. Bir süredir uluslararası basında Kolombiya topraklarında 800’lü rakamlarda paramiliterin Venezuela’da olası bir savaşta rol almak üzere eğitildiğine dair iddialar var. Bu akla uzak bir ihtimal gibi gelmiyor. Hem ABD, hem de Kolombiya yönetimi bu tür politikalar geliştirmekte ne de olsa usta. Ayrıca ELN’nin varlığı ve eylemleri de Venezuela’ya karşı bir propaganda malzemesine dönüştürülerek kullanılıyor ve Kolombiya basını uzun bir süredir, halkı Venezuela’ya karşı ajite ediyor. Venezuela’dan ülkeye gelen bir milyon kadar olduğu tahmin edilen göçmenin varlığı da cabası.
Özetle ABD öncelikle bu paramiliterler aracığıyla bir “iç çatışma”ya zorlayıp daha sonra ülkeyi Suriyelileştirmenin yolunu açabilir. Bunun sonucunun ne olabileceğini maalesef yaşayarak Suriye’nin kendisinde görüyoruz. Umarım vuku bulmaz fakat böyle bir savaş başlarsa, yayılması ve büyümesine en çok ABD silah sanayinin sevineceğinden emin olabilirsiniz. Süreç bir savaşa evrilirse zamanla Maduro, Rusya gibi ülkeler tarafından korunarak gerçekten yeni bir Esad’da da dönüşebilir.
Savaş olasılığının dışında Maduro, demokratik bir zemin inşa etmenin yolunu arayıp yeniden geniş katılımlı bir seçim (seçim denilen şey ne kadar demokratiktir ayrı mesele) organize etmeye çalışıp, ABD’nin savaşçı politikalarını bir nebze de olsa öteleyebilir, dünyanın bütününü taraf olmaya zorlayan zeminde en azından kendi cephesini genişletebilir.
Üçüncü bir seçenek var mı, evet en azından iddia olarak var. Venezuela’da Maduro’yu da emperyalist bir müdahaleyi de istemeyen bir sol mevcut. Fakat bu gruplar şimdilik siyasal süreci yönlendirebilecek güçte değil. Bunda muhtemel ideolojik nedenlerin yanı sıra Maduro yönetiminin bu oluşumlara dönük manipülasyon ve baskı politikaları da rol oynuyor. Kaldı ki ABD saldırganlığı kaçınılmaz olarak geniş halk kesimlerini Maduro etrafında birleştirecektir. Fakat bu durum yine de sosyalist bir Venezuela, yeni bir kıta yaratmak gibi iddialardan vazgeçmeyi gerektirmez.
Hisseler
Bize düşen hisse kısmında özellikle gazetecilerin tutumuna değinmek istiyorum. Politikacılara pek karışmaya gelmez.(2) Gazetecilere gelince, dünyanın genelinde sürmekte olan paylaşım savaşının gazetecilik denilen şeyi de araçsallaştırdığı uzun bir zamandır yazılıyor.
Venezuela meselesinde de bizim “gazeteciler”in bir kısmının yine bu tanımlamanın dışına çıkamadığına maalesef şahit olduk. Adeta futbol takımı taraftarı gibi hareket ettiler. Kimisi Washington’daki Büyük Beyaz Baba’ya savaş muhabiri olmak için iş başvurusu yapar hallerdeydi, kimi Erdoğan-Maduro muhabbetinin ötesine gidemedi, kimi ise artık patronu hangi ülkeyse, o ne diyorsa o kadarını söylemekle yetindi, kimi de kendi geçmiş tecrübelerinin altından çok sular aktığını farketmedi.
Fakat burada temel sorun, orada ne olduğunu merak etmek, öğrenmek yerine(3), kendine sunulanlar üzerinden hüküm yürüterek, savaşın anonim bir unsuruna dönüşmek ve yine iktidar denilen şeye mesafe koymayarak, dünyanın geleceğini savunmak gerektiğini unutmaktı.
Bir diğer dikkatimi çeken şey ise Venezuela’da sağ muhalefetin (en azında ağırlığının) geliştirdiği ortak tutum oldu.
Sağ muhalefet geçen yıl 20 Mayıs’ta yapılan seçimi boykot etti, seçimi Maduro kazandı. Fakat biraz da bu boykot sayesinde seçim sonuçları bir çok ülke tarafından tanınmadı. Burada dikkat çekmek istediğim şey muhalefetin ortak tutum gösterebilmesi ve hep bildik, sonucu önceden belli politikalar yerine başka şeyleri de tercih edebiliyor oluşları.
Chavist serüvenle ilgili de aklıma bazı sorular geldi. Bunlardan biri “öncelikle iktidarı ele geçirmek” iktidara gelenin doğasından bağımsız olarak ne derece toplumsal değişimde pozitif rol oynayabilir, diye düşünmek oldu. Chavist iktidarın örneğin “tek ürün petrol”e bağımlılık sorunu aşamaması onun yüksek petrol fiyatlarına yaslanmış konforlu politikalarının ürünü olamaz mıydı? Ya da Chavez döneminde de dolar spekülasyonuna dayalı gündelik ekonominin varlığı niye kimseye dert olmadı? Belki de bu asalak yaşam tarzını ortadan kaldıracak gerçek anlamda yeni bir ahlak ve kültür yaratacak şey devrimdi, ne dersiniz?
Sonuçta hayat, mücadele bir futbol oyunu değil. Kaldı ki iyi oynadı diye futbolda bile kimseye ne puan veriyorlar ne galibiyet. “İyi oynadı”nın karşılığı maalesef sadece edebiyatta var.
Kolombiya: Eksik barıştan öldüren barışa
Bu yazıda son dönem Kolombiya’da olan bitenlerin ayrıntılarına girmeyeceğim. Sadece barışın “eksik” olmaktan çıkıp giderek 80’li yıllardaki “öldüren barış” sürecine benzemeye başladığından söz edeceğim. O dönemde FARC devletle bir anlaşma imzalamış, ama sonuçta barış gelmemişti. Aksine beş bine yakın FARC taraftarı ya da solcu öldürülmüştü. Bunların arasında FARC’ın iki devlet başkanı adayı, FARC’a ya yakın dokuz milletvekili, 70 belediye meclisi üyesi ve 11 belediye başkanı da bulunuyordu.
Son dönemde 80’li yıllardaki rakamlara henüz ulaşmasa da hız kesmez bir biçimde sosyal lider katliamları sürüyor. Yerli toplulukların liderlerine dönük saldırılarda özel bir artış var. Paramiliter grupların afişler ve bildiriler yayımlayarak yerli topluluk liderlerinin kellesine ödül vadettikleri bilgisi basına yansıyor. Son olarak Tumaco kırsalında Maritza Ramírez Chaverra isimli çiftçi sendikası lideri kadın katledildi. FARC’la imzalanan barıştan bu yana öldürülen sosyal lider sayısı 500’e yaklaştı. Ayrıca 2018’in son günlerinde Lídier Astros isimli silah bırakmış eski bir FARC gerillası da katledildi. Barış sonrası öldürülen eski savaşçı sayısı 86’ya ulaştı.
Öte yandan geçtiğimiz haftalarda Başkent Bogota’da polis okuluna düzenlenen 21 kişinin öldüğü saldırıyı ELN’nin “savaş hukuku kapsamında bir hedef” değerlendirmesi yaparak zımnen üstlenmesi, hükümet tarafından Ağustos’tan bu yana durdurulan barış görüşmelerini tümüyle iptal etmek için fırsat olarak kullanıldı. Kolombiya’nın bu doğrultuda BM’ye yaptığı başvuru şimdilik kabul görmese de ELN ile barış görüşmelerinin yeniden başlama olasılığı bir hayli zayıfladı.
Bolivya’da ne olacak?
Genel seçimlerin bu yıl Ekim’de yapılacağı Bolivya’da başkanlık seçimlerinin ilk turu bugün (Pazar) yapılıyor. Başkanlık yarışında beş aday var. Bunlardan biri de 2006’dan bu yana başkanlık koltuğunda oturan Evo Morales. Dördüncü kez aday olan Morales bu seçimlerde de favori. Ancak bir sorun var.
Morales'in dördüncü kez devlet başkanı seçilmesine imkan tanıyan anayasa değişikliği için 2016’da yapılan referandumdan yüzde 53.91 'hayır' oyu çıkmıştı. Sonradan Anayasa Mahkemesi aday olmanın önünde bir engel olmadığını söyledi. Yani yasal bir engel yok. Fakat bence ahlaki bir sorun olmalı ya da partisinin adı Sosyalizme Doğru Hareket (MAS) olan birinin kitabında daha çok, kolektif liderlik oluşturma, doğrudan demokrasi gibi şeyler yazmalı.
Yoksa bakarsınız, yarın Bolivya halkı da “emperyalizmin oynuna” geliverir… (AS/HK)
(1) Sendika63.org
(2) Zira onlar halkı olarak ABD’ye tepki gösterirken, bir kısmı ise hemen güneyimizde yıllardır Irak ve Suriye topraklarında kanlı bir biçimde uygulanmakta olan neo-osmanlıcı emperyalist politikaları görmezden gelerek ortak olmayı yeğliyorlar. Bu konuda rahmetli Mao’nun (baş çelişki-temel çelişki bahsi) bir suçu olduğunu sanmam, yoldaşların çoğunun artık Mao’yu hatırladığını da.
(3) İyi örnekler de vardı, bunlardan son okuduğum Ergin Yıldızoğlu’nun değerlendirmesiydi. BBC.com/turkce