İnsan, yeryüzünde varlığını sürdüren canlı türlerinden sadece biri ve diğer türlerden yalnızca spesifik bazı özellikleriyle ayrışıyor. Ancak pozitif bilimler, insanları özellikle bazı fizyolojik nitelikler üzerinden kategorize ederken, her yerde dem vurulan insanın “sosyal varlık” niteliği çoğu zaman pozitif bilimlerce göz ardı ediliyor.
İnsanın doğadaki diğer canlılardan zaman içinde ayrıştığı en önemli noktalardan biri sadece üreme amaçlı cinsel aktivitede bulunmamaları. Kanaatimce insanların cinsel yönelimleri de, bu bağlamda sosyal varlık olma özelliklerini destekler nitelikte. Tabii ki hemen her şeyin olduğu gibi, insanların da kendilerini bu noktada bulmalarının ve aslında bir tür “keşiflerinin” de bir tarihi var: Hanne Blank’in İletişim Yayınları’ndan çıkan Düzcinsel: Heteroseksüelliğin Şaşırtıcı Derecede Kısa Tarihi adlı kitabı, “heteroseksüelliğin” kavramsal olarak ortaya çıkışı üzerinden bahsi geçen bu tarihe ayrıntılı bir şekilde ışık tutuyor. Heteroseksüelliğin kavram olarak 19. yüzyıl sonunda ve hangi amaçla ortaya çıktığını bir araştırma-inceleme çalışması olarak ortaya koyan Blank, kavramın bir ihtiyaç olarak hukuki bir süreç sonucunda ortaya çıktığını açıklıyor.
Hanne Blank, kitabın girişinde de belirttiği üzere kendi yaşamından, partneriyle olan ilişkisinden ve birlikte yaşadıkları zorluklardan yola çıkarak çalışmasını gerçekleştiriyor. Kitabın adından sadece kavrama dair bir tarihsel sürece yer veriliyormuş gibi anlaşılsa da; aslında Blank okura oldukça kıymetli, sarsıcı ve somut olarak ispatlayabildiği örnekleri de içeren bir sosyal tarih anlatısı sunuyor. Kitapta heteroseksüelliğin tanımlanırken elbette ki “karşıtı” olarak sunulan homoseksüel ile birlikte tanımlandığını, ancak tarihsel süreçte uzun süre bu iki kavramsal “sınır” dışında her şeyin “anormal” olarak kabul edildiğini açık bir şekilde görebiliyoruz. Bu bilgi belki birçok kişi tarafından sıradan bir veri olarak kabul görebilir ancak Blank’in çalışmasını bu noktada kıymetli yapan şey bir sosyal bilim araştırması niteliğindeki çalışması ile karşımıza çıkıyor olması…
Çalışmada insanların cinsel yönelimlerinin tarihsel süreç içerisinde farklı coğrafyalarda, farklı alanlar ya da kurumlar tarafından sıkıca kontrol edilmeye çalışıldığı gösteriliyor. Hatta bu kontrol mekanizmalarına pozitif bilimlerden destek arayışı söz konusu da oluyor. Farklı cinsel yönelimdeki insanların fizyolojik olarak farklı olduklarının ispat edilme çabası yanında, Darwin’in teorisinin literatüre “sosyal Darwinizm” olarak geçen ve toplumsal mühendislik çabalarının en “kötücül” alanlarından olabilecek öjenizme kadar giden akım, bu destek arayışında etkili oluyor. Bu noktada tabii ki dinin ve özellikle de Katolik kilisesinin insanların cinsel aktivitelerini ve bu aktiviteler sonucunda doğabilecek “sorunları” kontrol edebilmek adına izin verdikleri ve karşılığında uyguladıkları yaptırımlar da kitapta vurgulanıyor. Zira baktığınızda teorik olmasa da pratikte kilise hükümlerinin çoğunlukla aynısını içeren yasal düzenlemelerin bir sonucu olarak, heteroseksüellik bir kavram olarak ortaya çıkıyor.
Blank’in çalışmasında kişisel olarak en çok ilgimi çeken ve hemen her bölümle çok rahat bağlantı kurulabileceğini ve belki de çalışmanın temel savını da vurgulayan “Ne Düşüneceğini Bilmek” başlıklı bölüm oldu. Burada Yunanca “herkesçe bilinen” anlamına gelen doxadan bahsediliyor. İnsanın içinde yer aldığı kültüre ait doğuştan verili gelen ve o toplumda aslında bir nevi “hayatta kalabilme” imkânı sağlayan ortak akıl şeklinde tanımlanıyor doxa. Blank, her kültürün cinselliğe dair doxasının da doğuştan itibaren insanlara aktarıldığını belirtirken; doxanın değişmez bir bütün olmadığını, kültürü taşıyan halk tarafından dönüştürülebileceğini ileri sürüyor. İşte heteroseksüelliğe dair doxa da onun “normal” yani düzcinsel ve diğer cinsel yönelimlerin “anormal” olarak algılanması üzerine kuruluyor. Çünkü insanları bu şekilde sınıflandırmak pratik anlamda oldukça efektif bir yol haline geliyor.
Bu anlamda heteroseksüelin kavram olarak yaratılması, farklı cinsel yönelimdeki insanları zorlayan bir niteliğe de sahip. Ancak bunun dönüşümü de Blank’in kitabında oldukça net bir şekilde işleniyor. Zira heteroseksüellik, “farklı cinsiyetteki insanların üreme amaçlı cinsel aktivitesi” olarak tanımlanırken; tarihsel süreç içinde öncelikle Fransız Devrimi etkisiyle gelişen insan hakları ve eşitlik kavramlarının, sanayileşmenin ve en çok da kadın hareketinin ve özellikle de ikinci dalga feminizmin, cinsel aktivitenin sadece üremeye yönelik olmadığı ve hatta çocuk sahibi olmanın çok farklı yönlerinin de olabileceği üzerinden, farklı cinsel yönelimlerin “normalleşmesi” adına sağladığı katkı açıkça görülüyor.
Blank’in çalışması oldukça kapsamlı ve gerçekten derinlikli bir okuma gerektiriyor. Halihazırda içinde bulunduğumuz toplumun netameli konularından sayılan bir alana ışık tutan bu çalışmanın her bir cümlesi ne hızlıca okunabilecek ne de kolayca sindirilebilecek nitelikte. Blank’in sözleriyle tamamlamak gerekirse: “…Gerçekte heteroseksüel/homoseksüel şemasını yaratan biziz ve nihayetinde o şemanın çokluklarının kapsayamayacağı da biziz. Neticede bir kültür olarak biz, bir başka büyük açıklamaya; duygularımızı, arzularımızı ve tutkulu gönül işlerimizi açıklamak için başka bir şemaya geçişi tahayyül edeceğiz. Şu anda, heteroseksüele inanıyoruz. Ve bu da geçecek.” (PMM/AS)
* Düzcinsel/Heteroseksüelliğin Şaşırtıcı Derecede Kısa Tarihi, Hanne Blank, Çeviren: Tuğçe Ellialtı Köse, İletişim Yayınları, Mart 2019, 278 sayfa.