“Hâlâ” ve her zaman Genco Erkal… Neden mi? Bir nesle değil, pek çok kuşağa hitap etmiş ve Nazım’ın “Vatan Haini” şiirinin sonunda vurgulayarak bitirdiği efsaneleşmiş “hâlâ” sözü Genco Erkal’ı tanımlayan çok özel bir sözdür bence. Elini sanki masaya vururmuşçasına “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor… hâlâ!”sı hepimize pek çok şey söylüyordu aslında: Sisteme karşı çıkan hepimizin sesiydi orada Genco Erkal, hepimiz o anda Nazım Hikmet’in hayatından bir kesit dinliyorduk, ama kendimize de ayna tutuyorduk onu her dinlediğimizde… Bir yerden sonra sadece bu değil, Nazım’ın pek çok şiiri Genco’nun sözüne dönüştü, artık o bir bedende iki ruh taşır gibi haykırdı adalet isteğini, ezilenlerin sözcüsü oldu; hem kendi sözünü hem de Nazım’ın sözünü taşıdı yıllarca sahnede, seyircisine de bir şekilde ulaştı her zaman, pandemi olduğunda seyirciden uzak kalmamak için videolar çekti, oyunlarını paylaştı.
Benim için Dostlar Tiyatrosu ve Genco Erkal yolculuğu aslında Beckett’in Oyun Sonu’nu seyretmemle başladı, ama itiraf etmeliyim, o zaman oyunu seyredip hayran kalıp çıkmıştım. Daha sonrasında Sivas ’93 oyununu seyretmek için Muammer Karaca Tiyatrosu’nun gişesine her okul çıkışı gidip bilet sorardım, o kadar hızlı biterdi ki bilet, en sonunda bir kez şansım yaver gitti ve balkonun en arka sırasında bir bilet bulabildim, heyecanla aldım ve oyunu seyrettim.
Zamanla kendimin ve yolculuğumun bir haritasını çizmem gerektiğini fark ettiğimde, “Neden Genco Erkal ile çalışma ihtimalim olmasın?” diye kendi kendime sorduğum bir anda, tarih Mart 2008’miş, teyit ettim, benim için sonrasında biraz zor bir dönemdi, kendimi toparlamam etmem sanırım 2009’un Ocak ayını buldu ve kendisine staj yapmak istediğimi yazdım. O da yeni bir oyuna başlayacağını ve “Ne tesadüf, bir tanışalım” mesajı atmıştı, tabii ki mutluluktan uçmuştum. Rahmetli annemle mutfakta çığlık çığlığa sevindiğim bir andı.
Hazırladığı oyun “Marx’ın Dönüşü” idi ve ben yıllar sonra o oyundan ne kadar çok şey öğrendiğimi fark ediyorum hâlâ... Muammer Karaca Tiyatrosu’nun Genco Hoca’ya ayrılan kulisinde Sivas ’93 oyunu öncesi veya herhangi boş bir anında prova yapmak için çağırır, koşa koşa giderdim. Genco Hoca’nın yaptığı işe olan sevgisi ona hayranlığımı katbekat artırıyordu; bu yaşta bu kadar işine bağlı olmak, kucaklamak, kaç insanın yapabileceği bir şeydi… Sahne heyecanı kaç yaşında olursa olsun, hangi işe başlarsak başlayalım içimizdeki coşkunun yok olmamasını veya sevdiğimiz bir işi yapmamız gerektiğini öğrendim ondan… O oyun özelinde konuşursak, Genco Hoca’nın ne kadar titiz olduğunu da görmüştüm, yaptığı işe duyduğu saygı buradan belliydi, geçiştirmeyi sevmezdi, her detayın üzerinde dururdu. Işık, dekor, kostüm rengine kadar seçimi, Marx’ı oynarken taktığı peruk ve sakalı özenerek yerleştirmesi, düzenli taraması ve bunların yanı sıra, pek çok kez prova yapmamız… Ve tabii ki metni ezberlemiştim, “Ben Marxist değilim” derken o kadar çok eğlenirdi ki… Oyunda “la Commune” filminden de görüntüler vardı, o film beni Armand Gatti ile tanıştırdı, daha doğrusu onunla tanışmama Genco Hoca vesile oldu desek daha doğru. Gatti, benim doktora tezimde severek çalıştığım bir yazar oldu hep.
Daha sonraki yıl, “Kerem Gibi-Nazım Hikmet’le 35 yıl” oyununa çağırmıştı beni… Bu sefer yönetmen yardımcısı olarak… Oyunla ilgili o kadar çok anımız var ki, benim için çalıştığımız oyunlar içinde en değerlisi diyebilirim. Bir anımı anlatabilirim bu oyuna dair, Genco Hoca’nın nasıl titiz çalıştığını ve özendiğini, hiçbir şeyi geçiştirmediğini daha da iyi öğrenmiştim. “Çarpaydın Kadıköy İskelesi’ne, çarpaydın, çırpınaydın, vapura binerken Memet’le anası” şiirini okurken, bir Kadıköy İskelesi görüntüsü istemişti, ama karadan değil de, denizden, sanki vapur iskeleye yanaşırmış gibi, denizden görecektik onu. Pek çok yere baktık, bulamadık, o yaz Çekül’de staj yapmıştım, bu olsa olsa Çekül’ün kütüphanesinde olabilir dedim ve gerçekten de orada Genco Hoca’nın tam istediği gibi bir fotoğraf bulabilmiştim. O detay, her çalışmanın ne kadar titiz olması gerektiğini hatırlattı bana hayatım boyunca. Eğer ki bir şeyi laf olsun diye yapıyorsam, o her neyse onu sahiplenmemişimdir, bunu öğrenmiştim ondan. En önemlisi, benim hayatta asla yapamadığım, ama onun yapmasına hayran kaldığım bir özelliği de, çok sinirlense de kimseye o anda bağırmaz, tepkisini susarak dile getirirdi, o gözünü aşağı doğru devirir, hata yaptığımızı bir şekilde vurgulardı. Çok az insanın yapabileceği ince bir davranış doğrusu.
Gel zaman git zaman “Azizlikler, Nereye Gidiyoruz?” oyunu… Genco Erkal’ın “benim yazarlarım” diyerek vurguladığı Aziz Nesin’ini sahnelerken yine beraberdik. Bu oyunun hazırlık süreci, Karagöz perdesinin inceliğinden tutun da, Sultan Palamut sahnesi, kostüm, ayakkabı, aksesuarlar pek çok detay barındırıyordu oyun. Her bir detayın mükemmel olması gerekirdi, eksik bir şey onu mutlu etmezdi. Bunun dışında o heyecanı severdi; tahtalar üzerinden çıkarken hep yüreğimizin ağzımıza geldiği ama bol bol kahkaha atıp eğlendiğimiz şahane bir oyundu. Aziz Nesin’i bu kadar iyi anlayıp onun sözcüklerini sahneye bu kadar güzel Genco Erkal’dan başka kim taşıyabilirdi ki? Yıllarca sahnelese de yine de ülkenin gündemi değiştiği için her seferinde bir yenilik katıp onu oyunlaştırması ve seyirciyi güldürürken düşündürmesi bambaşkaydı.
“Ben Bertolt Brecht” oyunu Genco Hocamla profesyonel anlamda çalıştığımız son oyun oldu. Ama hiçbir zaman elini üzerimden çekmedi, her türlü çalışmamda bana çok el uzatmıştır, hakkı ödenmez. Neyse, bu küçük detay burada kalsın. Genco Hoca’nın yazarlarından bir diğeriyle tanışmıştım, o kadar heyecanlı ve güzeldi ki… Bu oyunda Brecht’in sözlerine, Kurt Weill’ın müziklerine doyamadım ve yine pek çok şey öğrendim. Bu oyunla ilgili de çok komik bir anımı anlatmak istiyorum. Oyunda notaların fotokopisini kaybetmişim. Ben orijinallerini kaybettiğimi sanıyorum ama o arada yaşadığım panik bir an var, Kağıthane’ye çöp toplama merkezine gidiyorum, orada bulamıyorum ve Hoca’ya mesaj atıyorum. “Çok özür diliyorum, isterseniz beni çıkarabilirsiniz, ben hak etmiyorum sizinle çalışmayı” minvalinde. Hoca da orijinalleri zaten bende, ben fotokopileri arıyorum demesin mi? Ben tamamen yanlış anlamışım ama yine de bana teslim edilmiş olan bir şeyi kaybetmiş olmanın verdiği utancı hiç unutamıyorum. Yine de çok büyüklük etmiştir Hocam.
Oyunun bence yıllara yayılan bir güzelliği daha vardı. Artık sahnede Genco Erkal uzun yıllarca beraber olacağı insanları da bu oyunla belirlemiş oldu. Müzikleri, sözleri, adeta sahnede haykıran bir değil, artık üç ses vardı; Genco Erkal, Tülay Günal ve piyanonun sesi ile Yiğit Özatalay… Bir uyum yakalamanın verdiği mutlulukla yoluna son ana kadar devam ettiler üçü... Aralarına daha sonra Deniz Doğangün’ü de aldılar. Kurdukları bu ekibin ruhu sahnede seyirciye de yansıyordu. Gezi’de Ali Paşa Han’da oyun oynarken, oyunun coşkusunu, ruhunu adeta seyirciler de sanki oyunun bir parçasıymış gibi yaşadılar.
Ben hep akademisyen olmak istediğim için bu profesyonel yönetmen yardımcılığı sonlandı, çünkü Ankara’ya taşındım, burada işe başladım. Hocamla hiç kopmadık, Ankara’da ODTÜ Kemal Kurdaş Salonu’nda 5 güne 5 farklı oyun koymuş ve oynamıştı. Oyunların provasında beraber olduk; Tunus Caddesi’ne evimiz çok yakındı, mutlaka ya oyun öncesi ya sonrası beraber bir şeyler yapardık: Şinasi’nin yanındaki Zeynel Çilli’de (orası da kalmadı) otururduk, su böreğini çok severdi. “Çok güzel müzikleri var, hadi oraya gidelim” dediği Laterna büyülemişti bizi, o akşamı asla unutamayız. Ancak, işte gel zaman git zaman Ankara’da oyun oynamak keyifli olmaktan çıktı, seyirciden kaynaklı değil, istediği salonu vermemeye başladıklarından beri… Haksızlığa karşı mücadele edişi, sağlam politik duruşundan ötürü Şinasi Sahnesi verilmemeye başlandı Genco Hoca’ya. İçten içe uzaklaştı Ankara’ya. Hâlbuki askerliğini Ankara Çinçin’de yaptığını anlatırdı, bu şehri bir ayrı severdi ama kopardılar ister istemez, çünkü gençliğinde AST’ta da oyunlar oynamıştı.
Düzgün bir yerde oynaması için çok salon aradık, çok yer baktık ama hiçbiri Şinasi gibi tatmin etmedi onu. En son Ocak ayında Yenimahalle Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde Ankara’daki son oyununu oynadı. Ankara seyircisine veda ettiği oyun o zamanmış demek ki… Bana gitmek kısmet olmadı, programda Şubat’ı görünce, “İyi yine gelecek, göreceğim. O zaman daha iyi, bizim ufaklığı da gösteririm” demiştim, akşamüzeri bir saatti ama Ocak’tan sonra gelemedi hiç Ankara’ya… Sanatçıların ideolojisini olduğu gibi kabul etsek ve istedikleri sahnede sanatlarını icra etseler keşke değil mi? Bu kadar zorluğa, salonsuzluğa rağmen hiç yılmadı, hep daha çok oynadı, daha çok seyircilerle buluştu. Hoca’ya veda ederken içim hep buruktu, son bir kez sohbet edemediğimiz için, ufaklığı gösteremediğim için, ama onun açtığı yolu izleyerek, onunla sohbet edermişçesine, anılarını yaşatarak devam edeceğimize inanıyorum hep yürekten. Onsuz değil, onu örnek olarak devam edeceğiz yaşantımıza. Çünkü o hayatı her şeye rağmen çok sevmiş birisiydi, hep örnek alınacak nevi şahsına münhasır bir insandı. Öyle ki, Özdemir Nutku konservatuvar öğrencilerine “Genco Erkal oynadığında onun ellerine bakın” dediğini anlatmıştı bir kere. Ve her seferinde ellerini kocaman açtığında hep bu söz aklıma gelmiştir.
Kerem Gibi oyununun sonunda “Bizim avludan mı kalkacak cenazem, nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan aşağı?” derken sanki o anı yaşar gibiydi hep. Orada Nazım’ın cenaze görüntüleri gelir, oyunun bitimine doğru artık son şiirleri okurdu. Neden bilinmez, sanki orada hep kendini özdeşleştirirdi, o anı yaşardı. Bize güzel anılarını ve kayıtlarını bıraktı, gitti… Son zamanlarda herkes İKSV yapımı Nazım’a Armağan’da yer alan “Dostların Arasındayız”ı paylaşıyor, eminim bu söz bizden çok sonra dahi efsaneleşecek ve öyle bir söz olacak ki, bu dünyadan giden insanların sözüne dönüşecek! “Dostların arasında” olmak isteyecek pek çok insan, böylesi bir tiyatronun böylesi bir yönetmeni ve oyuncusunu izledikleri zaman, belki de yumruklarını masaya vururmuşçasına bir “hâlâ” çıkacak kimbilir! Devrin daim olsun canım Hocam, öğrettiklerin için sonsuz teşekkürler! Saygıyla, Ece.
(EYA/AS)