Bir 8 Mart'ı daha, "emekçi kadınlar" ve sadece "kadınlar" ayrışmasının, mağazaların kadınlara özel indirimlerinin ve "kadınlar çiçektir" söylemlerinin gölgesinde kalmadan geride bıraktık.
Biz bunu yaparken, bir yandan televizyon dizileri yine şiddette sınır tanımadı. Çok sayıda gazeteci, entelektüel "terör eylemlerine" yardım ve yataklık ihtimalleri nedeniyle cezaevine yollandılar. Taş atan tinerci çocuklar vardı yine dizilerde, ekran başındaki izleyiciye tehditkar bakışlar gönderdiler. Yine öğrenciler, dizilerin reytingini artırmak için ideolojik halay minvalinde eylemleri ile önce kolluk kuvvetlerini, ardından operasyonel yargı güçlerini tahrik ettiler.
En azından biliyoruz ki yayıncılığı düzenleme ve denetleme kurullarımız, medyada şiddet içeren yayınlar konusunda yoğun mesaideler. İzleyiciyi de şikayette bulunarak yurttaşlık görevlerini yerine getirmeye çağırıyor yetkililer. Bir Bakanımız "şikayet mekanizmasını güçlendirmek gerekiyor. Sivil inisiyatif güçlendirilirse bu tarz dizilerin yayından kaldırılmasına yönelik bir baskı mekanizması kurulabilir" diyor hatta.
Şimdi gerçek hayata dönelim biraz da. Ankara'da, icraatları ile adından söz ettiren başkomiser Behzat Ç. maalesef özel yaşamı nedeniyle eleştirilere hedef oluyor.
Erkeğin otoritesini kırmak
Alkol oranı yüksek hayatını uluorta yaşayan Behzat Komiser, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu'nda yoğun eleştirilere maruz kalmış. Bir Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) milletvekili tam olarak şöyle demiş kendisi hakkında; "Behzat Ç. adlı diziyle Türk ailesinin temeline dinamit konuluyor. Bu dizide bir savcı ile diğeri emniyet görevlisi evlenmeden, nikahsız birlikte yaşıyorlar. Emniyet görevlisi rolü gereği savcı rolündeki bayana çok sert davranıyor".
Aynı toplantıda pozitif ayrımcılığın da bir sınırı olması gerektiğini savunan Adalet ve Kalkınma Partili (AKP) bir milletvekili de şu sözleri sarf etmiş: ''Erkeğin otoritesini kıralım derken feminizme davetiye çıkarmamak gerekir."
"Feminizme davetiye" lafını duyunca ben de hemen üstüme alındım, birileri bizi mi davet etmiş diyerek harekete geçtim. Gerçi feminizm çok da davetiye gerektirmez diyerek kendi çocukluk günlerimi anımsadım.
1995 yılında "Kadınlara mahsus gazete" sloganı ile hayatıma giren Pazartesi dergisi, on altı yaşındaki benim ve yakın çevremin feminizm algısını yerli yerine oturtmuştu, teklifsiz ve davetsiz. Şahsen feminist praksise, sevgili anneme ev işleri konusunda erkek kardeşimden de yardım istemesini talep ettiğim çocukluk yıllarımdan itibaren erişmiş olduğumu, teorik boyutla karşılaştığım sonraki yıllarda fark etmiştim.
Meclis Genel Kurulunda, milletin temsilcilerinden biri "feminizme davetiye çıkarmak" dediğinde, "davetiye çıkarmak" fiilinin gündelik kullanım biçimlerini düşündüm: Ölüme davetiye çıkarmak, kazaya, hastalığa, şiddete davetiye çıkarmak. İşte bu, feminizmin zihinlerdeki olumsuz, çarpık referanslarının, son zamanlarda en manidar dile gelme biçimlerinden biri oldu.
Zaten "biz" feministler ya da "biz"e benzer diğer ötekiler -nikahsızlar, enteller, eşcinseller, Marxçılar vb.- ne zaman, yüksek oylarla milleti temsil eden vekillerin nezdinde "dışlanarak kapsananlar" olmanın ötesinde bir temsile ulaştık?
Kim bu ötekiler?
Giorgio Agamben egemenin, kendisi dışında olan şeyleri içine alma kapasitesini anlatırken "istisna" kavramını kullanır. "İstisna, üyesi olduğu bütün tarafından içlenmeyen ve zaten her zaman içinde olduğu bütünün bir parçası olamayan şeydir". İşte "biz"ler, "halk"ın dışında algılananlar, adeta ait olmadığı bir bütünün içinde temsil edilenler ya da ait olduğu iddia edilen şeyin içinde temsil edilmeyenler olarak, tam da bu içeride sıkışmışlıkla dışarıda bırakılmışlık arasındaki "belirsizlik eşiği"ndeyiz.
Sahi kim bu "halk"? Muhafazakar popülist söylemde, Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan'ın işaret ettiği şekliyle, sekülerleşmemiş, dinsel referanslı bir cemaate tekabül eden, geleneğin koruyucu özneleridir halk. Popülist ideolojiler, halkı "halktan olmayan" hasım sınıflardan, gruplardan ayırır. Halk homojen bir bütün gibi tahayyül edilir. Bu bütün, her zaman bir takım "ötekiler"in tehtidi altındadır.
Kimlerdir bu "ötekiler": "Batı modernizminin ahlaksızlığı"nı ya da örflere aykırı olan kültürel kodları yaşamlarına taşıyan, muhafazakar püriten öznenin arzuladığı saflık ve saydamlığı tehdit edenlerdir.
Biz halkız
En çok da kendi gettolarında sınırlı kalmayı reddedip, "halk"ın içinde var olmayı, görünür ve duyulur olmayı talep ettiklerinde can sıkıcı birer tehdit haline gelirler. Nihayetinde halk hep bakirliği, bozulmamışlığı ve korunmayı gereksinen masumlukları ifade etmiştir iktidarın ideasında. Seçilmiş iktidara hükmetme yetkisini verendir halk.
Bu durumda, bizler, Julia Kristeva'nın dışlama (abjection) kavramında ifade bulduğu gibi, normal olanın sınırını ihlal eden meş'umlar, geleneksel ahlak kodlarının mümtaz koruyucusu ve taşıyıcısı, saflık ve yalınlık simgesi halk'ın dışına itilenler olarak, bilakis "halk biziz" demeliyiz ısrarla. Ya da "inadına biz de halkız".
Toplum değerlerinin alt üst edilmesinden yakınanların sandığı kadar görünür değiliz bizler dizilerde. Ehlileştirilen, edilginleştirilen, evcilleştirilen kadınlık ve onları koruyup kollamakla yükümlü militarize, şiddet dozu yüksek erkeklik kurgularının dışında kalan "biz marjinaller" dizilere ya mizah malzemesi (gözlüklü, parasız ve sakar,), ya fenalıklara yol açan ibretlikler (evli olmadan sevdiği kişi ile aşk yaşayarak trajedilere davetiye çıkaran uğursuz) ya da arınma yaşayan "günahkar"lar (yuva kurarak doğru yolu bulan haylaz) olarak dahil oluyoruz.
Geceleri herkes uykudayken, pusuya yatıp ailenin köküne dinamit olacak şeyler yapıyor, yazıyor, üretiyoruz. Bazılarımız evli ve/veya çocuklu. Ama biz de halkız. Sayımız hiç de sanıldığı kadar az değil üstelik. Gerçi bu yazıdaki "biz", ne kapsayıcı ne de dışlayıcı olmayı arzular. O da bir başka yazının konusu olsun.
Velhasıl, bir milletvekili "feminizme davetiye çıkarmak" dediğinde bir an Meclis'te feminist davet var diye hareketleniyor, gizli ya da açık feminist vekillerimiz aralarında toplanmış, bizleri çağırıyorlar diyoruz. Belki yakında gerçek olur. (EÇ)